Giriş
Amerika Birleşik Devletleri’nde “Kızıl Tehlike”nin Tarihi” başlıklı yazı dizisinin ikinci bölümünü sunuyorum. Yazının ilk bölümünde 1917 Sovyet Devrimi sonrasında ABD’de gelişen “kızıl tehlike”nin veya diğer bir deyişle “komünizm korkusunun” nasıl filizlendiğine ve Amerika Birleşik Devletleri siyasal aygıtının bu “tehlikeye” karşı olan reflekslerine değinilmiştir. 1946 yılından itibaren “kızıl tehlike”, ABD iç politika gündeminin ilk sıralarına yükselmiş, ardından da “soğuk savaş” adı altında dış politikanın anti-komünist ve emperyal biçimlenişine vesile olmuştur. 1946 yılı “kızıl tehlike”ye karşı olan korkunun zirveye çıktığı tarihtir. Bu zirvenin zamanlaması anlamlıdır; II. Dünya Savaşı’nın son bir yılında yaşanan olaylar, kızıl korkunun gelişimindeki hemen tüm kodların kaynağıdır. Okuyacağınız yazı bu kaynağın analizidir.
Yalta Konferansı
1945 yılı başında II. Dünya Savaşı’nın nasıl sona ereceği belli olmuş, savaş sonrasının yeni dünya düzeninin nasıl teşekkül edileceğini belirlemek üzere kendilerine “Üç Büyük” adı verilen Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Franklin Delano Roosevelt ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Josef Stalin Yalta Konferansı’nda bir araya gelmişlerdir.
Kırım’ın Yalta şehrinde, son Rus Çarı II. Nikolay’ın yazlık olarak kullandığı Livadya sarayında 4 Şubat 1945 tarihinde onları Yalta’da bir araya getiren motif, savaştan sonra Almanya’nın hatta Avrupa’nın nasıl paylaşılacağı idi.
Hitler Almanya’sı karşısında müttefiktiler ama bu, şartların dayatmasıyla gelişen bir ittifaktı. 1930’larda hızla büyüyen ve silahlanan, Yahudilere karşı bir soykırıma hazırlandığı anlaşılan Almanya’da Nazi faşizminin palazlanmasına Avrupa ülkeleri ve ABD sessiz kalmıştı. Hatta denebilir ki Nazi faşizminin hedefinin SSCB’nin komünist rejimi olduğu düşüncesiyle sessizce ellerini ovuşturmaktaydılar. 1936’da Almanya’nın Japonya ile imzaladığı ve daha sonra İtalya’nın da katıldığı Anti Komintern Pakt anlaşması nedeniyle Avrupa ülkeleri kendilerini güvende saymışlardı. Bu anlaşmaya göre taraflar Komünist Enternasyonal’ in (Komintern) faaliyetlerini izleyecekler, savunma tedbirleri hakkında birbirlerine danışacaklar, içlerinden birine “Komünist saldırısı” söz konusu olursa birbirlerini destekleyeceklerdi.
Normandiya Çıkartması
6 Haziran 1944 sabahında müttefik kuvvetler, Amerikalı General Dwight D. Eisenhower komutasında, çoğunluğunu ABD ve İngiliz askerlerinden oluşan 1 milyondan fazla askerle Normandiya çıkarmasını gerçekleştirdi. Eisenhower bu çapta bir harekâtı yönetecek tecrübe ve askeri yeteneklere sahip olmamasına rağmen diplomatik becerileri ile bu mevkie gelmişti. Kaldı ki ABD ordusunun savaş deneyimi düşüktü. ABD birlikleri çıkarmadan önce taarruz ve çıkarma gemileri ile 28 Nisan 1944’te tatbikat yaptığı sırada Alman torpido botları tank çıkarma gemilerinin arasına sızarak iki gemiyi batırıp birkaç tanesine hasar vermişlerdir; batırılan iki tank çıkarma gemisindeki 900 Amerikalı askerin boğularak ölmesi müttefikler tarafından gizlenerek 40 yıl boyunca halka açıklanmamıştır.
İngiliz kuvvetleri 6 yıldır savaşıyordu, deneyimliydiler ama çok kayıp vermişlerdi. Winston Churchill, Normandiya çıkarmasında İngiliz askerlerinin ölümünün kendi siyasi geleceğine zarar vereceğini düşünüyordu. Kuzey Afrika cephesinde ünlü Alman generali Rommel’in kolordusunu II. El-Alameyn Muharebesinde durdurmayı başaran Birleşik Krallık Mareşali Bernard Montgomery, Normandiya çıkarmasında müttefik orduların komutasını üstlenmişti. Ama mevkidaşı olan Mareşal Arthur Tedder’in eleştiri bombardımanı altındaydı. Arthur Tedder ise komuta kademesine Churchill’in muhalefetine rağmen gelmişti. Özetle söylenebilir ki Normandiya çıkartması, müttefik ordularının kendi aralarındaki çekişmelerin gölgesinde başlamıştır.
Normandiya çıkarması başladığında ABD’li General George Smith Patton, İtalya cephesinde emrindeki askerlere kötü davranma, başına buyruk hareket etme, üst kademe karargâhı ile eşgüdüm içinde çalışmama gibi disiplin ihlalleri nedeniyle kızağa alınmıştı. Patton, II. Dünya Savaşı’nın yarattığı savaş endüstrisinin cilalanıp parlatılan ilham kaynağıdır. Onun karakteri aynı zamanda bu yazının, ABD’de “kızıl tehlike” konusunun odak noktası olarak seçilmiştir. Niye mi?
George Smith Patton
Patton’un “kumaşı” daha 1916 yılında genç bir teğmenken belli olmuştur. Meksika’nın kuzeyine çekilerek 1915-1916 yıllarında gerilla savaşı veren Pancho Villa’nın üzerine gönderilen ABD birliğinde Teğmen Patton da bulunmaktadır. Mayıs 1916’da Patton’un müfrezesi Pancho Villa’nın üç askerini öldürür. Patton ölen askerlerin cesetlerini araçların kaportasına bağlayıp sürüyerek karargâha dönmüştür. Ertesi gün bu eylem ABD basınının manşetine taşınmış, Patton ulusal kahraman ilan edilmiştir.
Normandiya çıkarması sonrasındaki iki ay içinde müttefiklerin ağır aksak ilerlemesi üzerine Eisenhower, kızakta tuttuğu Patton’u sahaya sürer. Patton asker kayıplarını umursamaz; “ölenler ölmesi gerekenlerdir” şeklinde formüle edilebilecek bir strateji kullanarak Alman işgali altındaki Fransa’ya dalar. Nazi işgali altındaki Fransa şehirlerini temizleyerek ilerler. 1944 Ağustos ayında Alman ordusunun cephesi yarılmıştır. Nedir, Patton’ın gözü karalığı ve ağır asker kayıplarını umursamadan ilerleyişi sonucunda arkadaki müttefik kuvvetlerle olan teması aksamış, Alman kuvvetlerinin arkasına sarkmıştı. Eisenhower, zırhlı birliklerin bu ilerleyişini durdurmak için Patton’a tahsis edilen tank yakıtını kısıtlamak zorunda kalmıştır.
II. Dünya Savaşı’nın bu ayrıntılarını niye okumanız gerektiğini anlayamamış olabilirsiniz; haklısınız. Patton’un bu pervasız ilerleyişi onun hırçın ve belki de “psikopat” kişiliği ile açıklansaydı bu ayrıntılar entelektüel gevezelikten ibaret olurdu. Oysa Patton’ın açıkça ifade etmekten çekinmediği bir amacı vardı: Berlin’e Kızılordu’dan önce girmek! Patton SSCB’yi ve komünizmi, Nazi Almanya’sından çok daha tehlikeli görüyor; Berlin’e Kızılordu’dan önce varmayı, Hitler’i devirip kalan Alman ordusu ile ittifak yaparak SSCB’e saldırma planları yapıyordu.
Savaşın seyrini kökten değiştirilebilecek bu strateji sıradan bir subaydan gelmemiştir. Patton 1944 Temmuz ayında Fransa üzerinden Almanya’ya ilerleyen müttefik kuvvetlerin komutasını üstlenmişti. 1945 Mart ayında Ren nehrini geçtikten sonra idrarını nehre yaptığını açıklamıştır. Almanya’nın Batı bölgesini işgal etmiş ve Bavyera Askeri Valisi olarak atanmıştır. Görev alanındaki Nazi unsurlarını temizlemesi beklenirken bazılarını görevde bıraktığı ortaya çıkar. Yahudiler hakkındaki görüşlerinin Nazilerden aşağı kalır tarafı yoktur. Günlüğünde Yahudilerden “insanlığın en büyük kokuşmuş kitlesi”, “hayvanlardan daha aşağı” olarak bahsetmiştir. Patton ırkçıdır; siyahi bir askerin zırhla savaşacak kadar hızlı düşünemeyeceğine inanır. Ruslar hakkındaki görüşleri de ırkçı zihniyetini yansıtır: “Onları gördüm, onları öldürmek için ne kadar kurşun gerektiğini bilmek dışında onları anlamak için bir arzum yok. Rus insan hayatına saygı duymuyorum, hepsi orospu çocuğu, barbar ve sarhoş.”
Stalingrad Muharebesi
General Patton Almanya’ya Kızılordu’dan önce varma telaşıyla Ren nehrine ilerlerken Doğu cephesinde yani Sovyetler Birliği’nde neler olup bittiğine bakalım. Bildiğiniz gibi Almanya devasa bir orduyla 1941 yılında SSCB topraklarına girmiş, Leningrad- Moskova -Rostov hattına ulaşmıştır. 1942’de Alman 6. Ordusu Stalingrand şehrini kuşatmış ve kentin büyük kısmını işgal etmiştir. Ancak Stalingrad bir türlü tam olarak ele geçirilememektedir. Sokak çatışmaları üç ay devam eder. Yeterli zaman kazanan Kızılordu 1942 Kasım ayında Uranüs harekâtı ile şehri kuşatan ve kısmen işgal eden Alman ordusunu kuşatır. Rus kışı şiddetini arttırdığında, soğuk ve ikmal zorluklarının yol açtığı açlık, diğer yandan devam eden Kızıl Ordu taarruzları, 6. Ordu’yu hızla eritmeye başlamıştır. Hitler her ne pahasına olursa olsun geri çekilmeyi kabul etmez. 6. Ordu Komutanı Friedrich Paulus Hitler’den boş yere geri çekilme ve arkada yeni bir cephe oluşturma izni istemiş, Hitler bu isteğe karşılık General Paulus’u Feld Mareşal unvanına yükselterek direnmesini istemiştir. Paulus Hitler’in tüm çırpınışlarına rağmen 31 Ocak 1943 günü teslim oldu; 1943 şubatında Alman 6. ordusu imha olmuştu. Stalingrad muharebesi askeri tarihin en kanlı savaşları arasında yer almış, yaklaşık 2 milyon kişinin ölümüyle sonuçlanmıştır.
Stalingrad muharebeleri Avrupa ve ABD üzerinde soğuk duş etkisi yaratmıştı. İhtiyat tümenleri ile birlikte çok iyi teçhiz edilmiş 1 milyon askerden oluşan Alman 6. ordusunun imha edilmiş olması inanılmaz görünüyordu. Üstelik Sovyetler Birliği çok ağır kayıplar verdiği Stalingrad muharebesinin hemen ardından muazzam bir savaş endüstrisi geliştirmiş, yeni bir cephe oluşturan Alman ordusuna karşı saldırı planları yapıyordu. Hitler Avrupa’da bulunan bazı birliklerini Doğu cephesine kaydırmaya başlamıştı. Batı cephesinin zayıflaması müttefiklerin Normandiya çıkarmasını planlamasını sağlamıştı. II. Dünya Savaşı’nda kızıl tehlikenin kızıl korkuya dönüştüğü bir eşik aşılmıştı. Ama kızıl korkunun eyleme dönüşmesi Varşova ayaklanması ile gerçekleşmiştir.
Varşova Ayaklanması
1939 yılındaki Polonya’nın Almanya tarafından işgali sonrasında hükümetin ileri gelenleri Londra’ya kaçmış, sürgünde Polonya Hükümeti kurmuşlardı. Polonya topraklarında partizan savaşı veren Halk Ordusu sürgündeki hükümete bağlıydı. Ancak Halk Ordusu’na Yahudi ve komünistler kabul edilmiyor, Nazilerle olduğu gibi Polonya’nın bağımsızlığı mücadele eden sosyalist partizanlarla da çatışıyorlar ve hatta destek verenleri katlediyorlardı. Sürgündeki hükümet ve halk ordusu Polonya’nın Sovyetler Birliği tarafından kurtarılmasını istemiyorlardı. Doğu Cephesinde Kızılordu birliklerinin Nazileri geriletmesi ve 1944 Haziran ayında Normandiya çıkarması başlaması sürgündeki Polonya hükümetini heyecanlandırmış ve tam bu sıralarda İngiliz istihbarat servisi sürgündeki Polonya hükümetine Kızılordu’nun Varşova’ya yaklaştığını bildirmiştir. Oysa Varşova yakınlarına ulaşanlar Kızılordu’nun öncü birlikleriydi. 31 Temmuz 1944 günü Halk Ordusu Generali Komorowski ve genelkurmay heyetine gelen yanlış bilgiye göre Sovyet tanklarının Vistül ırmağını geçtiği ve Varşova’ya girmek üzere olduğu belirtiliyordu. Komorowski 1 Ağustos günü akşamı ayaklanmanın başlatılması emrini verdi. General Komorowski ve sürgün hükümeti, ayaklanma başladıktan kısa süre sonra SSCB Kızılordu’sunun Varşova’ya gireceğini, böylece Alman işgalcilerle savaşan Polonya’nın temsilcileri olarak kabul edileceklerine inanıyorlardı. Oysa Polonya müttefikler tarafından kedinin önüne atılan bir fareydi sadece. Yanlış istihbarat ile Varşova ayaklanması hazırlıksız başlamış, Hitler ayaklanmayı bastırmak için müttefik ordularının karşısındaki birliklerden bazılarını Polonya’ya yönlendirmişti. Müttefiklerin karşısındaki savunma zayıflamıştı. Müttefikler bu yöntemle, Kızılordu’un Vistül ırmağı ardında kalarak Polonya’daki katliama seyirci kaldıklarını iddia edebilecek, tüm Batı ülkelerine ve ABD kamuoyuna komünistlerin zalimliğini anlatabilecekler ve çocuklarını, torunlarını kızıl tehlike korkusu ile büyüteceklerdi. Ayaklanma 1944 Ekim ayına kadar devam etti. Naziler bir kez daha Polonya’da sayısız katliamlar gerçekleştirdi. Varşova ayaklanmasında siviller dahil 150-200 bin kişinin öldüğü sanılıyor. Daha az ABD ve İngiliz askeri ölmesi için ölüme terkedilen binlerce insan hayatı.
Kızılordu Berlin’de
Ağustos 1944’te başlayan Varşova ayaklanmasını Vistül ırmağının arkasında seyrettiği ileri sürülen Kızılordu, 12 Ocak 1945’te General Koniev’in komutasında harekete geçti. Taarruza yetmiş tümenden oluşan toplam on ordu katılıyordu. Sovyetler Birliği 1943’teki Stalingrad muharebesinde 1 milyondan fazla can kaybına rağmen iki yıldan kısa süre içinde nihai taarruzu yapacak muazzam bir silahlı güç oluşturmayı başarmıştı. 17 Ocak’ ta Varşova, Kızılordu Generali Jukov’un her iki kanattan ilerleyen birliklerinin eline geçti. 31 Ocak’ta, Jukov’un öncü tank birlikleri Berlin’e altmış kilometre mesafeye gelmişti. Yani Yalta Konferansının başlamasından 4 gün önce. Anlamlı bir zamanlama.
Toparlarsak…
Yeniden Yalta Konferansı’na dönelim. Winston Churchill konferansa gelirken Roosevelt’in de desteğini alarak Sovyetler Birliği’ni etkisizleştirmek, tükenmiş Almanya’dan “aslan parçasını” koparmasını engellemeyi hedefliyordu. Bu isteğini Polonya’nın bağımsızlığının sağlanması ve özgür seçimler yapılması talebiyle dillendirmişti. Ama aslında Churchill için Polonya gözden çıkarılabilirdi, hatta Varşova ayaklanmasında çıkarılmıştı ama Berlin’in Kızılordu’nun eline geçmesi önlenmeliydi. ABD ile müttefik olmalarının avantajını kullanarak konferanstan tüm Almanya’ya el koymuş ve “komünistlere zırnık koklatmadık” diyerek dönmek istiyordu. Hitler’e darbe yapacak bazı Nazi subaylarının Almanya yönetimine gelerek yeni bir ittifak oluşturulması ve SSCB’nin kendi sınırlarına püskürtülmesi de Churchill’in planları daha doğrusu hayalleri arasındaydı. Roosevelt temkinli ve gerçekçiydi, kararların diplomasiyle değil sahaya inmiş olan askeri güçlerin kantarıyla ölçülerek alınacağının farkındaydı. Öncelikli olarak Amerikan kayıplarını azaltma amacıyla Pasifikte Japonya ile süren savaş için Sovyetler Birliği’nin desteğini istiyordu. Stalin Polonya sorununun bir onur ve güvenlik meselesi olduğunda, İngiltere’de bulunan sürgündeki Polonya hükümetinin taleplerinin müzakere edilemez olmasında ısrarlıydı.
Yalta Konferansı soğuk savaşın sıfır noktasıdır. Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına aykırı herhangi bir kararı Stalin’e kabul ettirmenin mümkün olmadığı anlaşılıyordu. SSCB savaşın en çok zarar gören, en fazla can kaybının yaşandığı tarafıydı ve en önemlisi Kızılordu Berlin’in kapısını çalmaya hazırlanıyordu. Oysa General Patton’ın Ren nehrini geçmesine daha 1 aydan fazla bir zaman vardı. Kızılordu Doğu Avrupa’nın hemen tamamını ve Polonya’yı ele geçirmişti. SSCB’nin Almanya’nın doğusuna yığdığı ordu, müttefik kuvvetlerin Normandiya çıkartması sonrası Almanya’nın batısına taşıdıkları ordunun üç katıydı. Stalin silahların gücüyle elde ettiklerini “kıytırık bir konferansta” ABD ve İngiltere’ye kaptıracak bir lider değildi. SSCB, hemen tüm Doğu Avrupa’ya egemen olmuştu. Konferanstan sonra Churchill ve Roosevelt ülkelerine döndüklerinde “Doğu Avrupa’yı Ruslara sattınız” suçlamasıyla karşılaşmışlardı. Roosevelt konferans sonrasında yaptığı bir açıklamada “Sonuçtan memnun olduğumu söyleyemem. Ancak, yapabileceğim en iyi şey de buydu” demek zorunda kalmıştı. Yalta Konferansında SSCB’nin elde ettiği prestij, ABD ve Avrupa’da “kızıl tehlikeye” karşı yeni politik, ideolojik aygıtlara ve yepyeni bir dış politika arayışına sebep olmuştur. Savaşın sonunda Avrupalılar, “Almanya’yı Nazilerden kim kurtardı?” sorusuna “Kızılordu” diye cevap verirken, günümüzde aynı soru “ABD” diye yanıtlanmaktadır.
Çok meraklısına notlar. Savaştan sonra kim ne yaptı?
Franklin Delano Roosevelt: Roosevelt savaşın bittiğini göremedi. Yalta Konferansı’ndan 2 ay sonra 12 Nisan 1945’te 63 yaşında öldü.
Winston Churchill: Savaşın bitmesinin Churchill’in siyasi yaşamına faydası olmadı. 1945 Temmuz ayındaki seçimleri kaybetti. 1946 yılında yaptığı bir konuşmada “Demirperde” sözcüğünü ilk kez kullandı ve soğuk savaşın kavramsallaştırılmasının önünü açtı.
Dwight D. Eisenhower: Savaşın bitiminden sonra 1953- 1961 yılları arasında iki dönem ABD Başkanı oldu. 1953 yılında İran’da Muhammed Musaddık’ın devrilmesinde aktif rol aldı. Bu eylemiyle İran’ın bugünkü mollalar rejiminin müsebbiplerinden biri olduğu söylenebilir.
Erwin Rommel: Normandiya çıkartmasının nereye yapılacağını doğru olarak öngören tek Alman generalidir. Hitler kendisini dinlememiştir. Normandiya çıkartmasından kısa süre sonra, 1944 Temmuz ayında Hitler’e yapılan başarısız suikast girişiminin planlayıcıları arasında olduğu iddiasıyla intihar etmek zorunda bırakılmıştır.
George Smith Patton: Savaşın bitmesinden aylar sonra Aralık 1945’te Almanya’da bir trafik kazasında 60 yaşında ölmüştür. Ölümü şüpheli bulunmuş ve ABD, İngiliz, Sovyet veya İsrail istihbarat örgütleri tarafından öldürüldüğü ileri sürülmüştür.
Friedrich Paulus: Stalingrad kuşatmasını gerçekleştiren Alman 6. Ordu komutanıyken 31 Ocak 1943’te teslim olmuştur. Savaştan sonra 1946 yılında suçlu bulunarak hapse mahkûm edilmiş, Nurnberg mahkemelerinde Nazi rejimini eleştirmiştir. 1953 yılında hapisten çıkmış, Alman Demokratik Cumhuriyetine taşınmasına izin verilmiş, 1953-1956 yılları arasında Doğu Almanya’daki Dresden’de hayatını devam ettirmiştir. Burada ölümüne kadar Doğu Alman Askeri Tarih Araştırma Enstitüsü sivil şefi olarak çalışmıştır.