Erdoğan’ın İktidara Mahkûmiyeti
Reistokrasi ve Neo-otoriteryanizm
Otoriteryanizm, yeni binyılın trendi; 2000’li yıllar, tüm dünyada adım adım, otoriter yönetimlerin zaferlerine sahne oldu: Vladimir Putin’den Donald Trump’a, Viktor Orban’dan Rodrigo Duterte’ye, Narendara Modi’ye, Abdülfessah Es-sisi’ye… ve elbette Erdoğan’a; ilk yirmi bir yılını bitirdiğimiz binyılımız otoriter yönetim örnekleriyle doldu taştı. Bu otoriterliğin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde popülerleşmeye başlayan faşizmden, Sovyet ya da üçüncü dünya otoriterizmlerinden farklı yönleri de var, benzer yönleri de.
Günümüzün otoriterliğini sadece, yukarıda bir kısmını zikrettiğim popüler isimler üzerinden okumak ne kadar doğru; tartışılır. Freedom House’un verilerine baktığımızda tüm dünyada özgürlük puanlarının düşme trendinde olduğunu görmek zor değil. Yazıya eklediğim ve internetten kolayca bulabileceğiniz Freedom House verileri, umumî manzarayı takip edebilmemizi kolaylaştırıyorlar. Tablolara baktığımızda, 2006’dan bugüne dünya genelinde özgürlüklerin 5,52’den 5,37’ye gerilediklerini görüyoruz. Freedom House’un 2020 Demokrasi İndeksi’ne göre 20. asrın son günlerinde (1999 verileri) dünya nüfusunun %45’i özgürken, günümüze doğru bu oran %42 civarlarına düşüyor; kısmen özgür ve özgür olmayan ülkelerin oranı da o nispette artıyor.
Bu yazının temel amacı küresel otoriterizmin fotoğrafını çekmek ya da 20. Yüzyıl başlarındaki otoriter siyasi iktidarlar ile günümüzdekiler arasındaki fark ve benzerlikler üzerinde tartışmak değil; değil ama genel manzarayı gözümüzde canlandırmak, iki açıdan işimize yarayacaktır. Birincisi, Erdoğan dünyadaki tek otoriter lider değil; ikincisi bu otoriterleşmeyi sadece otoriter-liderler üzerinden okumak da doğru değil. Özgürlükler tüm dünyada zemin kaybediyorlar. Özgürlükler zeminlerini yitirdikleri için mi otoriter liderler güçleniyorlar, yoksa yumurta mı tavuktan çıkıyor; çok su kaldıracak bir tartışma ama yeri burası değil.
Genel manzara hakkında fikir vermeye çalışmam, Erdoğan’ı tarihsel-toplumsal bir zemine oturtmak, reistokrasinin mevcut manzara içerisindeki koordinatları hakkında bir fikir verebilmek içindi. O zaman, küresel bir realite olarak altını çizdiğimiz trendleri Türkiye için yineleyerek yolumuza devam edelim: Türkiye’de de özgürlükler giderek azalıyor ama 2010’lardan bu yana Erdoğan iktidarda olduğundan mı özgürlükler azalıyor; özgürlüklerimize verdiğimiz önem ve itibar azaldığı için mi Erdoğan iktidarda; Reis mi reistokrasiden çıkıyor, reistokrasi mi Reis’ten… Bu çerçevede, reistokrasiyi, Erdoğan’ın lakabına nazireyle türetilmiş kaba bir kelime oyunu lâtifesi değil, tüm dünyada artan neo-otoriteryanizmin Türkiye varyantı, çeşitlemesi olarak kullanmaya çalıştığım dikkatinizden kaçmamıştır.
Küresel otoriteryanizmin -özgürlüklerdeki küresel gerilemenin- Türkiye’deki tecessümü olarak reistokrasi, en yaygın uygulama alanını Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemiyle (CHS) buldu. Bir başka ifade ile CHS, reistokrasiye hem (meşruluk değilse de) bir hukukîlik verdi hem de onun gücünü pekiştirdi, onu bir nebze olsun kurumsallaştırdı. Devlet Bahçeli’nin de dediği gibi, ortada fiilî bir durum vardı ve ona resmiyet kazandırmak gerekiyordu -ki bunun tecavüz mağdurunun, faille evlendirilmesi türünden bir resmiyet olduğunu o dönemde pek fazla düşünen olmamıştı. Bir hukuk devlerinde “fiili durum” “hukuk”a uymuyorsa “fail” “hukuka” uymaya zorlanırken, Türkiye örneğinde, “hukukun faile uydurulması” yoluna gidildi.
Bu kurumsallaşma aynı zamanda Osmanlı-Türkiye devlet geleneklerinin de bir kenara konulmasını gerektirdi. CHS bu kadim geleneği tasfiye edebildiği oranda kurumsallaştı, tam olarak tasfiye edemediği için de CHS hâlâ tartışılmakta ve “Erdoğan/AKP Sonrası”na dair her tartışma kısa sürede bir “CHS-parlamenter sistem tartışmasına” dönebilmekte. Çünkü gerçekten de AKP’nin gelecek seçimlerdeki yenilgisi Reis’in sistemden tasfiyesi, Reis’in sistemden tasfiyesiyse CHS’nin ve reistokrasinin tartışmaya açılması anlamlarını taşımaktadır. İzninizle önce şu “kadim gelenek” dediğim hususu bir iki cümle açıklayayım sonra da “Erdoğan’ın kendini iktidara mecbur etmesi” ile kastettiklerimi özetlemeye çalışayım.
Türkiye’de başbakanlığın tarihi Osmanlı’ya, Fatih’e, özellikle de İstanbul’un fethi sonrasına kadar götürülse ne kadar yanlış olur? Osmanlı, hele ki Fatih’in İstanbul’u alması ve Osmanlı Devleti’nin Doğu Roma geleneğinin mirasını sahiplenmesiyle devlet yapısında günümüzün “başbakan”ını andırır bir kurum (Vezir-i A’zam) doğmaya başlamıştı -ki Fatih bu Bizans mirasına/geleneğine gururla sahip çıkıyordu; tabir-i caizse Osmanlı Bizans’ı fethederken, Bizans’ın yönetim kültürü de Osmanlı devletininkini mezcediyordu; Osmanlı bir beylik/devletten -böylece- bir imparatorluğa dönüşüyor, bir üçüncü (pagan, Hristiyan ve Müslüman) Roma imparatorluğu olarak tecessüm ediyordu. Artık Divan’a, bakanlar kuruluna, fiilen katılmayan Fatih’in Vezir-i A’zamlık (fiili padişah!) kurumunu belirgin hale getirdiğini söyleyebiliriz. Elbette ki Fatih’le birlikte başladığını söylediğim veziri a’zamlık ile Cumhuriyet’in yakın zamana kadar temel idarî/siyasî kurumlarından biri olan başbakanlık arasındaki akrabalık, olsa olsa Osmanlı-Türkiye siyasal kurumları arasında politik-kromozomlar üzerinden kurulabilecek bir akrabalık olurdu: Fatih sonrası ön plana çıkan, padişahsız toplanmaya başlayan Divan’a başkanlık eden, Padişah’ın mührünü taşıyan baş vezirin günümüz başbakanlığı ile ne görev ne yetki ne işlev açısından bir benzerliği bulunmaktadır. Ancak Tanzimat sonrasında belirginleşen ulus-devletleşme ve Weber’in yasal-ussal otoritesini andırır idarî dönüşüm 19. Yüzyıl sadrazamıyla (sadr-ı a’zam) Cumhuriyetin başbakanı arasındaki bağı iyiden iyiye kuvvetlendirmiştir.
Sözü uzatıp Osmanlı tarihinin detaylarında kaybolmanın faydası yok. Erdoğan’ın Reis’liğinin öyle söylenegeldiği gibi, Osmanlı padişahlık kurumu ile uzaktan yakından alâkası yoktur. Çünkü Padişahlık öyle bir kurum değildir. Sadece şunu hatırlamak bile kadim Bizans-Pers devlet geleneklerinin bir versiyonu olan Osmanlı devlet yönetim geleneklerinin şimdinin “kabile devleti”yle bir alâkasının olmadığını göstermeye yetecektir: Osmanlı hukukunun temel iki kaynağından biri olan örfi hukuk padişahın söz/iradesidir. Ama bu devlet yönetim geleneği içinde -istisnaları olsa da- padişah, devlet mekanizmasını devre dışı bırakarak her aklına geleni yumurtlayan/yumurtlayabilen bir meczup değildir. Özetle Erdoğan’ın CHS’si asla bir Osmanlılaşma, Osmanlıya dönme, Osmanlı gibi olma, Cumhuriyet parantezini kapatma… gibi okunamaz. Bu yargı, Osmanlılaşma kavramına (menfi ya da müspet) ne anlam yüklediğinizden bağımsız olarak bir vaka, bir realite olarak değerlendirilmelidir.
Erdoğan’ın İktidara Mahkûmiyeti
Osmanlı yönetim sistemi ve CHS mevzuunu kapatarak günümüze dönmek gerekiyor; yeri gelmişken “Reis’in sistemden tasfiyesi” ile ne demek istediğimi de açıklayayım. Ben Erdoğan’ın, bizzat kendi elleriyle kendisinin bir Erbakan, bir Ecevit, Demirel ya da Türkeş olmasının yolunu kapattığını; kendisini 2015 Haziran’ı itibarıyla “iktidara mahkûm” ettiğini; bir muhalefet partisi lideri olarak sonraki seçimleri bekleyebilme seçeneğini devre dışı bıraktığını düşünüyorum. Bu süreçte inşa edilen millî şef sistemi replikası yapısı ile Erdoğan kendi önünde tek kart bıraktı: İktidar. Oysa 60’lardan başlayarak 2000’lere kadar Türkiye siyasî hayatında bir şekilde etkili ve yönlendirici olan siyasetin dört yapraklı yoncası[1] (Ecevit-Demirel-Erbakan-Türkeş) tüm hatalarına, yanlışlarına, beceriksizliklerine, öngörüsüzlüklerine… rağmen Erdoğan’ın düştüğü bu hataya düşmediler. Sadece onlar mı, 27 yılın tek partisinin Genel Başkanı, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dahi, eski bakanı, başkanı, yeni Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın ve eski CHP milletvekili yeni Başbakan Adnan Menderes’in yönetimindeki 50’ler siyasî-idarî mekanizmasında bir muhalefet partisi lideri olarak bulunmayı kendisine zül görmedi. Yukarıda ismi geçenlerden her biri iktidardan “gitmeyi” göze alabildikleri için, sonrasında yeniden (iktidara) “geliş”lerini kolaylaştırdılar. Hele Demirel için “şapkayı alıp [iktidardan] gitmek” bir siyasal motto olarak siyasî tarihimize yazıldı.
İşte bu noktada Erdoğan’ın “iktidara mahkûm” oluşu üzerinde durmak, kavramı biraz daha netleştirerek tartışmak gerekiyor. Erdoğan’ın iktidara mahkûmiyetini iyi tanımlayabilirsek, bir seçim yenilgisinin neden Reis’in sistemden tasfiyesi anlamına geldiğini; Reis’in sistemden tasfiyesini iyi tanımlayabilirsek aynı sürecin neden reistokrasinin tasfiyesi ile sonuçlanacağını; reistokrasinin tasfiyesini iyi tanılayabilirsek bunun neden bir “özgürleşme” potansiyeli taşıdığını anlatmak kolaylaşacaktır.
AKP Haziran 2015’te tek başına iktidar olma seçeneğini kaybetti; beklenen, Türkiye’nin Dördüncü Merkez Sağ Dönemi’nden sonra Dördüncü Koalisyonlar Dönemi’ne girmesiydi; bu olmadı. Erdoğan resmî, hukukî bir koalisyon hükümeti içinde yer almak ya da ana muhalefete geçerek kendisine rağmen kurulacak bu güçsüz koalisyon hükümetinin bir an önce yıkılmasını beklemek yerine, seçimlerin yenilenmesine karar almayı, ülkenin doğusunda yaşanan (neredeyse) bir “iç savaşı”, sistemin idarî yapısını dönüştürerek kaybolan iktidarını devlet mekanizması içindeki yalnız/tek adamlığının altını çizecek idarî reformlarla (CHS ve diğerleri) pekiştirmeyi, 15 Temmuz’daki İslâmcı darbe girişimini bir fırsat bilerek tüm muhalefeti tasfiye etmeyi ve tüm bunları da fiili bir koalisyonla (Cumhur İttifakı) yapmayı, özetle bir millî şef replikası, bir CHS inşa etmeyi tercih etti. İşte bu süreç, aynı zamanda, Erdoğan’ın kendisini iktidara mahkûm etmesinin de yolunu açtı. O yüzden bir seçim yenilgisi AKP için ne anlama gelecek, şimdiden tam olarak bilinmez; lâkin bu yenilginin Erdoğan’ın siyasî hayatı için bir kırılma anlamına geleceği, böyle bir seçim yenilgisini Demirel gibi “Şapkamı alır giderim!” esprisi ile ya da “Halk bize muhalefet görevi verdi!” olgunluğu ile karşılamakta zorlanacağı kuvvetle muhtemeldir. Tüm bu nedenlerledir ki bir seçim yenilgisinin Erdoğan’ın siyasal sistemden tasfiyesi, siyasetin dışına itilmesi anlamına geleceğini düşünüyorum.
Erdoğan’ın seçim yenilgisi ve akabinde tasfiyesi, zaten meşruluğu sürekli tartışılan, muhalefetteki hiçbir partinin sahiplenmediği bu sistemin de tasfiyesini getirecektir. CHS’nin ömrü Erdoğan’ın iktidarı ile sınırlı, reistokrasi Reis ile mahduttur. CHS’nin tasfiyesi eski sisteme dönüş şeklinde mi olacaktır -ki bu da pek mümkün değil- tasfiye sonrasında nasıl bir yapı ortaya çıkacaktır, bu tasfiye ne kadar zaman alacaktır… bunların hiçbirini şu an için bilmek mümkün değil. Ama ayan beyan olan bir şey varsa o da Erdoğan’ın iktidarı yitirmesinin CHS’nin sonu, CHS tartışmalarının da Erdoğan iktidarını bitirmenin bir anahtarı olduğudur. Nitekim tüm muhalefet partileri de stratejilerini bu gerçeğin üzerine bina etmekteler. AKP’nin seçimleri kaybetmesi, Erdoğan’ın muhalefet partisi lideri olarak yoluna devam edeceği, başka bir ismin CHS’nin yeni cumhurbaşkanı olarak iktidara geleceği bir yapıyı ima etmiyor[2]; aksine AKP’nin seçimleri kaybetmesi, hem kendini iktidara mecbur bırakan Erdoğan’ın siyaset dışı bırakılacağı, tasfiye edileceği (ki şu anda kendi partisi içinde de Erdoğan sonrası tartışılmaktadır. Sedat Peker videolarını bir de post-Erdoğan AKP’si ile ilgili tartışmalar ekseninden izlemekte yarar vardır) hem de her ne kadar CHS ile şekillense de ondan çok daha fazla bir anlama, küresel bir bağlama sahip reistokrasinin tasfiye edileceği bir yapıyı ima etmektedir. Özgürlüklerin küresel ölçekte aşınmasının, tüm dünyada görülmeye başlayan popülist otoriter eğilimlerin Türkiye varyantı olarak reistokrasinin tasfiyesinin bir özgürleşme getireceği kesindir. Ancak bunu bir mucize, bunu bir Türkiye’nin politik ba’sü ba’de’l mevt’i şeklinde tahayyül etmemekte de fayda vardır. AKP’nin seçim yenilgisi, Erdoğan’ın ve CHS’nin tasfiyesiyle Türkiye’nin bir anda Norveçleşeceğini, özgürleşeceğini tahayyül etmek, Türkiye’de otoriterizmin tek kaynağının ve tek nedeninin Erdoğan’ın (ve CHS’nin) mevcudiyeti olduğunu düşünme yanlışına bizi götürür. Yumurta-tavuk esprisine saplanmaya gerek olmasa da Türkiye’de otoriteryanizmin hem kültürel hem de Osmanlı’dan (Osmanlı’ya da Bizans-Pers geleneğinden) Cumhuriyet’e ve günümüze miras devlet yönetim gelenekleriyle şekillendiğini de unutmamak gerekiyor. Erdoğan otoriteryanizmi her şeyden ama her şeyden önce bu “yerli ve millî” değerlerimiz(!) üzerinde yükselmekteler.
Önümüzdeki hafta kabine sisteminden kabile sistemine geçişi konuşmak üzere,
Keyifli pazarlar…
[1] Dört Yapraklı Yonca, Türkiye’nin 1970’li Yılları (iletişim, 2020) isimli çalışmada, Türkiye’nin 1970’li Yılları Üzerine Bazı Notlar başlıklı makalede, Ecevit, Demirel, Erbakan ve Türkeş’i topluca ifade etmek için kullandığım bir benzetmeydi. Metinde şöyle geçer: “Evrimsel biyologlar genetik çeşitlilikten dolayı doğada 160 bin üç yapraklıya karşılık sadece bir tane dört yapraklı yonca bulabileceğimizi söylüyorlar. Yani doğada dört yapraklı yoncaya rast gelmeniz biraz şans işi. Türk sinemasının dört kadın starı, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit için de aynı tabir kullanılır. Tabii mevzuu sinema olduğunda dört yapraklı yonca, her biri aynı dönemlerde meşhur olan, her birini seyretmekten zevk aldığımız, her birinin meftunu olduğumuz dört kadın aktristi imgelemektedir. Ancak konu siyaset olunca da aynı olumlu tavrı 1970’lerin siyasal yoncasının her bir yaprağı için gösterip göstermeyeceğimiz tartışılır. Hatta bunun Türk siyaseti için 160 bin de bir denk gelebilecek bir şans olduğunu düşünerek mutlu olmamız ise neredeyse imkânsız. 1970’lerin insanlarının her bir yaprağına ayrı ayrı hayran oldukları kadın artistler gibi değil de sadece dördünden birinin hayranı oldukları popüler figürlerdi: İnsanlar hepsini aynı anda sevemediler, dördünü birden Türkiye için bir şans olarak görmediler ama 1970’lerin insanlarının çok ama çok büyük bir çoğunluğu onlardan birini mutlaka sevdi; onlardan birinin ülkenin şansı, kurtuluşu olduğunu mutlaka düşündü.”
[2] Elbette seçimler mevcut yasal düzenlemeler göre yapılacağı için, seçim sonrasında yeni cumhurbaşkanı göreve başladığında bu, onun -mecburen- şimdiki CHS usulüne göre seçilmiş ikinci Cumhurbaşkanı olması anlamına gelecektir; ancak yazıda kastedilen tam olarak bu değildir.