Bu yazı Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar’ın çok da uzun sayılamayacak kadar bir süre önce “AKP Sonrasını Düşünmek” başlığıyla yazmaya başladığı ve başlık etrafında yürüttüğü tartışmayı kısa sürede genişleterek ilerlettiği yazı dizisine bir katkı sunmayı amaçlıyor. Böylesi bir tartışmayı açmış olmasının içinde bulunan dönem itibariyle özel bir anlam taşıdığını daha en başta söylemek gerek. Kaldı ki bu bir tesadüf değil. Muhalefet cephesinden şu sıralar verilen demeçlerde sıklıkla “yarının iktidarına” yapılan vurguyu ve bu iktidarın izleyeceği siyasete dair sarf edilen keskin/kararlı/inançlı cümleleri göz önüne aldığımızda bu tartışmaya bir pencere açmak ve bir yerinden dâhil olmak kendi içinde önem arz ediyor. Buradan hareketle bu yazıda Kaynar’ın belki tamamı değil ama dikkate alınması elzem duran bazı tespitleri temelinde bahsi geçen yazı dizisine birtakım eklemeler yapılacak ve dipnotlar düşülecektir.
Öncelikle yazı dizisini takip edenlerin de bildiği üzere, peşi sıra gelen yazılar belli bir kronoloji üzerinden mevcut AKP iktidarının bugüne gelişini, görünümündeki ve muhtevasındaki değişimi, onu bugüne hazırlayan siyasi olayları okuyucuya “hatırlatıyor”. Yazarın üzerinde önemle durduğu meselelerden birini Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) olarak adlandırılan ve 9 Temmuz 2018 tarihi itibariyle uygulanmaya başlayan yeni hükümet sistemi oluşturmakta. Yeni sistemin tartışmaya açıldığı ilk zamanlarda da üzerinde çokça durulduğu üzere Kaynar’ın kendisi de, bugün uygulanmakta olan CHS’nin başkanlık sistemiyle uzaktan veya yakından bir ilgisinin olmadığının, kuvvetler ayrılığına dayalı başkanlık sisteminin bunun tam tersi şeklinde işleyen yeni sistemle (CHS) doğal olarak çeliştiğinin; oysa CHS’nin bırakalım kuvvetler ayrılığını, bir “tek(yalnız) adamlık” prensibine dayandığının altını çiziyor ve yerinde bir adlandırmayla da bunu “reistokrasi” olarak nitelendiriyor. “Güncellenmiş Milli Şef” sistemi olarak da tanımladığı “reistokrasi”, Recep Tayyip Erdoğan’ın gücünü aldığı ve aldığı güç ölçüsünde de içindeki konumunu “sağlamlaştırdığı” partisinin hemen her kademesini kontrol ettiği; bir diğer yandan ise çok büyük yetkilerle başkanlık makamında oturduğu sistemin kendisini nitelendiriyor. Kaynar’ın sözleriyle ifade edilirse, “Tayyip Erdoğan’ın bugün siyasal sistem üzerinde sahip olduğu tüm gücü sadece ve sadece AKP içerisindeki gücüne bağlı; ondan kaynaklanmakta, ondan türemekte ve ancak onunla devam edebilmekte”. Bundandır ki, daha fazla güçlenebilmek için değil, azalan gücünü telafi edebilmek için reistokrasiye muhtaç. CHS ve reistokrasi tartışması, gerek AKP sonrasını tartışmak ve gerekse de şu an kaleme alınmakta olan bu yazının ilerleyen bölümlerinde üzerinde durulacak olan otoriterleşme ve otoriter devletçilik meselesinin muhteviyatı ile de ilgili olması itibariyle özel bir öneme sahip. Şimdilik burada bir not düşmüş olalım.
Mete Kaan Kaynar’ın yazı dizisindeki tespitlerinden bir diğeri de 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşen seçimin sonuçlarının aslında henüz tam anlamıyla açıklanmadığı yönünde. Önümüzde duran bir gerçekliğe yaptığı vurgu dolayısıyla önemli bir cümle bu. Öyle ki, 7 Haziran 2015’ten sonra Türkiye halkı mütemadiyen 8 Haziran sabahına uyanmakta. Her ne kadar esas olarak 2018 yılında gerçekleşen seçimden sonra büyünün bozulduğunu söyleyebilsek de, artık AKP adına pek çok şeyin eskisi gibi olmayacağının işareti olan bu seçim Türkiye siyaseti için de kritik bir dönemeç olma özelliğine sahip. Nitekim Kaynar’ın kendisi de, “2015 sonrası seçimler ile Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi arasında bir bağlam olduğunu düşünüyorum” şeklindeki ifadesiyle bunun altını çiziyor. Dahası 25 Haziran 2018 seçimi ve 23 Haziran 2019 yerel seçiminin de 7 Haziran seçiminden bağımsız olarak ele alınmaması gerektiğini belirtiyor. Ama yazarın asıl vurgusu yazısının sonlarına doğru ortaya çıkmakta. Kaynar’ın sözleriyle devam edersek, “Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, artık AKP efsanesi bitmiştir. Bu bitişin düdüğü Gezi Direnişi’nde öttürülmüştü. Ama AKP, orada sağın geleneksel ittifak desenini korumayı geç de olsa başarabilmişti… 2018 Seçimleri, işte en başta bu büyünün bozulduğuna işaret etmektedir. Artık Cumhur İttifakı’nın karşısında tam da kendi benzeri vardır. Büyü bozulmuştur. AKP, Gezi’de elinden kaçırmak üzere de olsa yeniden yanında saf tutturabildiği; Mühürsüz Referandum’da Hayır oyu vereceğini açıklasa da o yönde propaganda yapmasını engelleyebildiği diğer sağ parti/kitleleri artık elinde tutamamaktadır”. Yazarın da altını çizdiği üzere AKP’nin bugün tam olarak karşısında yer alan şey kendi benzerinden başkası değil muhakkak. Bu durum da doğal olarak işleri daha karmaşık hale getiriyor. Ama net olan bir şey var ki o da, artık AKP’nin savunmada olduğudur. Bu, uzunca bir süredir böyle. Hatta bu durumun başlangıcı Gezi direnişine kadar da götürülebilir. Eğer 7 Haziran’a bitmemiş/sonuçları açıklanmamış seçim diyebiliyorsak Gezi için de sürmekte olan ve iktidarın uykularını kaçırma potansiyeline sahip en büyük direniş demek mümkün. Ondandır ki, tıpkı yazarın da vurguladığı gibi “AKP iktidarı, 2018 Seçim Beyannamesi’nde bile Gezi’nin kendi otoriter yönetimlerine karşı bir toplumsal muhalefet (direniş) değil de bir “kalkışma”, ekonomik istikrara yönelik bir kast ve şehirleri talan eden bir hareket olduğunu söylemek zorunda kalmıştı”. Bu açıdan büyünün esas olarak Gezi ile bozulmaya başladığını iddia etmek de mümkün. Ancak burada bir noktaya özellikle dikkat çekmek gerekiyor: otoriterleşme. Bu da bizi tekrar ve tekrar reistokrasi, onun sistemden muhtemel tasfiyesi ve tasfiyenin beraberinde getireceği düşünülen özgürleşme potansiyeli üzerine düşünmeye davet ediyor. Kaldı ki Kaynar’ın son yazısında da asıl olarak konuşulması gereken noktaya tam da bu mesele üzerinden gelinmiş görünüyor. Benim de üzerine söz söylemek istediğim kısım tam olarak burası. Otoriterleşme, reistokrasi, CHS, tasfiye ve özgürleşme meselesine gelmeden önce de Kaynar’ın son yazısındaki birtakım tespitlere göz atmak ve bunun üzerinden ilerlemek en uygun seçenek gibi.
Kaynar son yazısına başlarken öncelikle küresel düzlemde ortaya çıkan otoriter yönetimlere dikkat çekiyor ve Türkiye’nin de bu yükselişe geçen otoriteryanizm dalgasından azade olmadığını vurgulayarak mevcut durumun bir tesadüf eseri olmadığının altını çiziyor. Bu tespit özellikle 2016 sonrasında giderek baskın hale gelen otoriterleşme ve popülizm çalışmaları dikkate alındığında uyumlu tezler barındırmakta. Nitekim meselenin farklı alt başlıkları da yazı içerisinde detaylandırılmış. Benim asıl üzerinde durmak istediğim kısım yazının son paragrafında yer alan öngörüler ile ilgili. Mete Kaan Kaynar şöyle ifade ediyor: “Erdoğan’ın seçim yenilgisi ve akabinde tasfiyesi, zaten meşruluğu sürekli tartışılan, muhalefetteki hiçbir partinin sahiplenmediği bu sistemin de tasfiyesini getirecektir. CHS’nin ömrü Erdoğan’ın iktidarı ile sınırlı, reistokrasi Reis ile mahduttur. CHS’nin tasfiyesi eski sisteme dönüş şeklinde mi olacaktır -ki bu da pek mümkün değil- tasfiye sonrasında nasıl bir yapı ortaya çıkacaktır, bu tasfiye ne kadar zaman alacaktır… bunların hiçbirini şu an için bilmek mümkün değil. Ama ayan beyan olan bir şey varsa o da Erdoğan’ın iktidarı yitirmesinin CHS’nin sonu, CHS tartışmalarının da Erdoğan iktidarını bitirmenin bir anahtarı olduğudur”. Belirtmek gerekiyor ki, CHS’yi tartışmaya açmak –ki daha en başından bu yana bu yapılıyor- kilidi açacak bir anahtar, ama anahtarlardan yalnızca biri. Bunun belli noktalarda doğru olduğuna katılıyorum. Ancak burada esas tartışmayı tam da CHS’den çok daha fazla bir anlama ve “küresel bir bağlama” sahip olan “reistokrasi” noktasına çekmek istiyorum. Çünkü reistokrasi, yazarın da vurguladığı gibi, esas olarak reis ile yani, “kitlelerle ve örgütüyle dolaysız bir ilişki kurabilen liderle” hayatta kalabiliyor. CHS’nin ise otoriter devletçi gelenek ile rahatlıkla ilişkisini kurmak mümkün. Lafı dolandırmadan söylersem, CHS ülkenin genetik kodlarına, otoriter devletçi geleneğine hâlihazırda uygun. Yazar da bunun farkında olarak CHS’nin tasfiyesiyle Türkiye’nin mutlak bir özgürlüğe kavuşmayacağını belirtmeden geçmiyor. Bununla birlikte reistokrasinin tasfiyesinin bir özgürleşme getireceği kesindir ifadesinin belli açılardan üzerinde düşünülmeye değer olduğunu düşünüyorum. Bunun da nedeni, “küresel bir bağlama da sahip olan reistokrasinin” bir yanıyla demokrasinin yorgunluğu ile de bağlantılı olmasından.
Arjun Appadurai “Demokrasinin Yorgunluğu” başlıklı makalesinde demokrasinin zamansallığından, yavaşlığından bahseder ve kitleler nezdinde güçlü lidere olan ihtiyacın tam da demokrasinin bu yorgunluğundan kaynaklandığını ileri sürer. Makalede iddialı cümlelerde biri de bu safhada liderlerin vaat ve hırsları ile takipçilerin zihniyetinin kısmen örtüşmekte olduğudur. Yani lideri halk talep etmekte, lider ve halkın hırsları/özlemleri birbirine denk düşmektedir. Hele bir de lider demokrasiden nefret ediyor ve halk da yorgun düşmüş demokrasiden şikâyet ediyorsa durum daha da kötü olduğunu söyleyebiliriz. Sadece bu kadar da değil; Appadurai makalesinde bir yandan neoliberalizm ve otoriter liderin ön plana çıkışı arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarırken bir diğer yandan da neoliberalizmin dayattıkları karşısında politika üretemeyen iktidarların/yönetimlerin bu meşruluk krizini kültürel alana yönelerek aşmaya çalıştıklarını iddia ediyor. Dolayısıyla her ne kadar neoliberalizme göbekten bağlanmış durumda olsalar da iç politikada egemen devlet olma iddiasını sürdürebilmek için bu iktidarlar kültür alanını oldukça etkili bir şekilde kullanıyorlar. Türkiye’deki durum da bundan azade değil nitekim. Belki diğer otoriter yönetimlerden tek farkı olsa olsa kültür alanında cumhuriyet döneminde girilen patikanın bu kez siyasal İslâmcılar eliyle patikanın kenarından köşesinden biraz bükülerek (patikayı kıran patika bağımlılığı diyebiliriz biz buna) daha güçlü şekilde devam ettirilmesidir. Kaldı ki, İslâm’ın ve Müslüman milliyetçiliğinin 2002’den sonra icat edildiğini düşünmek yanlış olacaktır. En başta erken cumhuriyet dönemi bunu anlamak için çeşitli örneklerle doludur. Meseleye geri dönersek, Türkiye’de 3 Kasım 2002 öncesinde de zaten yorulmuş/bitkin düşmüş/sallanan bir demokrasi vardı. Türkiye’de öyle ya da böyle bir demokrasi geçmişi aslında hep vardı, bunu kabul etmek gerekiyor. Ama bu demokrasinin tarihin hangi döneminde zinde bir demokrasi görünümü çizdiği tartışmaya açıktır. Benim söylemek istediğim, Türkiye’nin yorgun demokrasisinde reistokrasiye olan ihtiyacın hep var olduğudur. Ondandır ki, Tayyip Erdoğan’ın karşısına bir başka reis, belki onun “daha seküler” olanı ama aynı perdeden konuşanı ve farklı taleplere neredeyse aynı yöntemlerle karşılık vereni olarak Muharrem İnce çıkarılır. Burada mesele taleplerdir. Karşılanmayan taleplerin bir eşdeğerlik zinciri içerisinde bir araya getirilerek dolaysız olarak temsil edilmesidir. Bunu yapacak olan kişi ise reisten başkası olmasa gerek. Bu ihtiyaca verilen karşılığın AKP’nin ikinci veya üçüncü (kimilerince daha ilk) iktidar döneminde ortaya çıkması bu nedenle bir tesadüf değil. Evet, küresel gelişmelerle bağlantılı ama mevcut demokrasi geleneğiyle de oldukça uyumlu. Reis bir ihtiyaç, bir talep ve reistokrasi de bu talebe verilen bir yanıt. Uzun bir süredir bu böyle. Tıpkı otoriter devletçiliğin neoliberalizmle keskinleşen kriz öğelerinin bir sonucu olduğu kadar ona verilen bir yanıt olması gibi. Meselenin bu noktada otoriter devletçilik kavramıyla buluşması aslında varmak istediğim noktalardan biriydi. Nitekim Türkiye’de otoriter devletçi geleneğin bugün CHS çerçevesinde reistokrasi ile sürdürüldüğünü düşünüyorum. Otoriter devletçiliğe bu kadar önem vermemin nedeni de kavramın kendisinin reistokrasiyi açıklamada işlevsel olduğunu düşünmem. Poulantzas, 1970’li yıllarda geliştirdiği “otoriter devletçilik” kavramına “sosyo-politik yaşamın hemen her alanında siyasal demokrasinin kurumlarının radikal düşüşü ve çeşitli özgürlüklerin acımasızca ve çok farklı biçimlerde bastırılması ile birleşmiş yoğun devlet kontrolünü” tanımlamak için başvurur. Otoriter devletçilik kavramıyla Poulantzas, otoriteryanizmin salt zorlayıcı bir güç olmaktan ziyade “devletin birtakım politikaları ve kurumsal pratikleri siyasal ve toplumsal muhalefetin eleştirisinden azade kılmak için kurumsal iktidarın ve devletin yeniden şekillenmesi” olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Dahası otoriter devletçiliğin, devlet krizinin ve siyasi krizin genel öğelerinin sürekli ve yapısal olarak keskinleşmesiyle karakterize olan kapitalist devlet biçiminin büyüyen ekonomik rolünün bir ürünü olduğunu tartışır. Bu kriz kapitalizmin iktisadi krizine kendini eklemleyen bir kriz olma özelliği taşır. Otoriter devletçilik ise keskinleşen bu kriz öğelerine bir yanıt olduğu kadar onun bir sonucudur da. Poulantzas’a göre otoriter devletçiliğin özellikleri arasında, (a) gücün –parlamentonun ve siyasi partilerin rolündeki düşüşe paralel olarak- başbakanın ya da başkanın makamında olacak şekilde yürütme düzeyinde toplanması, (b) yasama, yürütme ve yargı arasındaki sınırların bulanıklaşması, (c) plebisiter, dolayımlanan siyasetin yükselişi yer almaktadır. Sonraki durumda ise iktidar partileri kendi seçmenlerinin taleplerini temsil etmekten ve toplumsal bir konsensüse ulaşmak için bağımlı gruplara tavizler vermekten ziyade devlet politikaları için destek bulma çabasına girerler. En nihayetinde Poulantzas için otoriter devletçilik devlet krizine “tepeden bir yanıt” olma özelliği taşır. Otoriter devletçiliğin elbette ki başka başka yönleri de var. Erkler arasındaki ayrımın ortadan kalkması, sivil özgürlüklerin kısıtlanması, siyasal partilerin işlevsizleştirilmesi, bürokrasinin güçlenmesi, teknokratizmin yükselişi, devlet şiddetinin yoğunlaşması, toplumsal kontrol ağının genişlemesi, iktidarın dar bir çerçevede toplanması, kamusal bilgilendirmeden devlet sırrına geçilmesi, hukuk devletinin düşüşü ve tüm bu süreçlerin çelişkili ve tutarsız şekilde ilerletilmesi de otoriter devletçiliğin özellikleri arasında yer almakta. Poulantzas’ın otoriter devletçilik tanımı ve onu tanımlayan nitelikleri elbette ki çeşitli soyutlamalar düzeyinde ele alınmalı. Ancak Jessop’un da işaret ettiği üzere, 1970’lerin krizini de aşan bir şekilde kriz eğilimleri, Poulantzas’ın tasavvur ettiğinden daha çeşitli biçimlerde, ölçeklerde ve merkezlerde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu durum mevcut şartlarda küresel olarak farklı çeşitlerde hâkim duruma gelen ulus aşırılaşmış, ihracat yönelimli ve finans kapitalin hâkimiyetindeki neoliberalleşme biçiminin doğası ile oldukça uyumludur. Türkiye’de otoriter devletçi siyasi pratiklerin yükselişe geçişi kuşkusuz ki 12 Eylül 1980 darbesiyle başladı ve bu, neoliberalizmin inşa sürecinden bağımsız olarak gerçekleşmedi. Bugün otoriter devletçiliğin son temsilcisinin mevcut AKP iktidarı olduğu konusunda fikir birliği içerisinde olmak zor olmasa gerek. Devletin neoliberal dönemde değişen rolü otoriter devleti geçmişte zorunlu kılmıştı. Otoriter devletçilik de bu değişen role uygun bir şekilde neoliberalizmin beraberinde getirdiği krizin bir sonucu olduğu kadar ona bir yanıt da oldu. Otoriter devletçiliğin vardığı son noktanın bu açıdan reistokrasi olduğunu, onun da bir reise ihtiyaç duyduğunu; bu reisin bir taraftan otoriter olması gerekirken değişen küresel şartlara uygun olarak da popülist olması gerektiğini ve öyle de olduğunu söylemek yanlış olmaz düşüncesindeyim. Bu nedenle otoriter devletle ve dolayısıyla neoliberalizmle bir hesaplaşma içine girmeden reistokrasiye gelen talebin önüne geçilebilmesinin mümkün olmadığı kanaatindeyim.
Bu nedenle reistokrasinin tasfiyesinin özgürlüğü kesin olarak getireceği meselesi tartışmaya açık duruyor. Buradan hareketle ifade etmek gerekir ki, eğer reistokrasi bir talepse ve bu, demokrasinin zamansallığından, yavaşlığından yılmış toplumların bir talebiyle en önce uğraşılması gereken mesele yorgun demokrasidir. Türkiye uzun bir süredir yorgun bir demokrasidir. Onu yoran, yavaşlatan, işlevsiz bırakan, değersizleştiren, “güçlü lidere” mahkûm bırakan neoliberalizmdir. AKP sonrasını düşünmek neoliberalizmi, krizini, keskinleşmekte olan kriz öğelerini, devletin değişen rolünü düşünmeyi gerektirmekte. Bunlara çözüm üretmeyi; en temelde yurttaşa yurttaş olduğunu, yurttaşlıktan kaynaklı haklara sahip olduğunu, sosyal devleti “hatırlatmak” gerekiyor. Otoriter devletçi bir gelenek içinde özgürlük, neoliberalizmle ve otoriter devletçi gelenekle hesaplaşmayı mecburi kılıyor. Dahası, adı her ne kadar şu sıralar kötü bir şekilde anılıyor olsa da bir başka popülizmi, otoriter olmayan bir popülizmi gerektiriyor. Elitlere karşı halk adına iktidara geldiklerini iddia edenlere ve şimdi o elitlerin ta kendisi olanlara karşı halkı savunmak, halk adına konuşmak ancak bu kadar değerli olabilirdi. Buradan hareketle iktidarı “adalete” vurgu yaparak değiştirmenin, iktidarı da demokrasi, eşitlik ve özgürlük peşine düşerek sürdürmenin gerektiğini düşünüyorum. Şimdi değilse ne zaman?