Adalet genel anlamda “hak, hukuk, doğruluk” gibi kavramlarla eşleştirilir. Ancak “adalet” kavramların ötesinde bir duygu olarak insanlığın varoluş amacına dönüşür ve eşitlik talebi olarak yüreklerden ve zihinlerden süzülerek evrene akarak muhatabını arar. Muhatap ise çoğu zaman ve belki de her daim otoriteyi kullanan ve güçlü olandır. Peki, kimdir bu otorite? Vatandaş isek devlet-işçi isek patron-öğrenci isek öğretmen ve çocuk isek ebeveyn.
Gücü elinde bulundurana yani muktedire karşı, paya düşeni istemek hiçbir zaman kolay olmamıştır ve bunun her zaman bir bedeli vardır. Bununla birlikte bu mücadeleler belli başlı kazanımları da beraberinde getirmiştir. Söz gelimi 1830-1848 yılları arasında işçi sınıfı iktidarlara karşı adil bölüşüm ve çalışma koşulları yanında eşit temsiliyet talepleri ile mücadele başlattı. Bu mücadeleler sırasında sayısız işçi hayatını kaybetti ama yine de işçiler sınırlı da olsa bazı kazanımlar elde etmeyi başardılar. Aynı şeyi kadın hareketleri için de söyleyebiliriz. Oy hakkı, eğitim hakkı ve diğer siyasi ve sivil haklar için kadınlar 17 yüzyıl ortalarından itibaren büyük bir savaş verdiler. “Erkekler adil olma kapasiteniz var mı” diye soran Olympe de Gouges bu adalet anlayışının bedelini giyotine gönderilmekle ödedi. Ancak Gouges’in başını alan giyotin onun adalet arayışını kesemedi. Bu arayış yıllar sonra dünyanın her yerinde kadınların siyasi, sosyal ve ekonomik birçok hakka kavuşmasına yol açtı.
İşçiler ve kadınlar dışında hemen her toplumsal kesimin dikenli de olsa adalet arayışı yolculuğuna çıkmışlığı oldu. Bazılarının ise bu yüce duyguya yakıştırılması bile söz konusu olmadı. Onlar için bir adalet olup olmayacağı sorusu bile sorulmadı. Dahası adalet onlara göre değildi. Çünkü onların aklı yoktu. Çünkü onlar erdemsizdi. Kimdi onlar? Çocuklar! Hobbes’a göre çocuklar ebeveynlerinin mülküydü. Aristo’ya göre çocuklar erdemsizdi çocukluk ise felaket. Augustin e göre çocuklar günahkârdı. Locke göre ise akılsızdı. Bu yüzden çocuklar üzerinde gücü olan herkesin tasarruf etme yetkisi vardı. Ama onların hak arama yani adalet arayışları olamazdı. Çocukların adalet yolunu araması tam tersine onların “yoldan çıkması” anlamına gelirdi.
Bu yüzden adalet en son çocuklara gelir. Onların ses çıkarmasına izin verilmez. Sen sus çocuksun diye paylanır. Ses çıkarsalar bile duyulmaz. Duyulsa da önemsenmez. “Çocuktur” denilir geçilir. Toplumsal olarak çocuklara ne çok düşkün olduğumuz, onları ne çok sevdiğimiz yönünde itirazlar gelecektir bu noktada. Doğru ya! Dünyanın en doğurmayı seven milletlerindeniz. Üstelik çocuklarımızı pamuklara sararak ninnilerle büyütürüz. Onları nakışlı beşiklerde uyutur, göbeklerini sandıklarımızda saklarız. Oysa ki bu savunmalarda ne çok yanılgı var. Öncelikle adalet, sadece bir toplumun ve hatta zaman döneminin ötesinde evrensel bir arayıştır. Bir toplumdaki övgüye değer pratiklerin tüm sorunu çözmesi beklenemez. Diğer yandan sevmeyi ve adil olmayı karıştırıyor olabilir miyiz? Belki de en büyük yanılgımız burada başlıyor. Sevince adil olduğumuz sanıyoruz. Onun için onun iyiliği için sevdiğimizi sanıyoruz ve sevgimizi üstenci ve pazarlıkçı bir şekilde çocuklara sunuyoruz. E seviyoruz ya. Daha ne yapalım? En nihayetinde de sevgimiz karşılığında kendi adalet anlayışımıza göre payımıza düşeni istiyoruz. Kayıtsız şartsız itaat. Kimin için adalet istiyoruz? Çocuk için olmadığı malum. Adalet yer açmakla başlar.
Bir düşünelim! Evimizde, dünyamızda, kentlerimizde, yönetimlerimizde, kısacası yaşamda çocuklarımıza ne kadar yer açıyoruz? Evlerimiz bizim sığınağımızdır, güvencemizdir, bizim olandır ve bizi kabul edendir. İşe gittiğimizde, sokağa çıktığımızda çeşit çeşit maskeler takmak zorunda kalırız, çeşit çeşit yükümlülükler altına gireriz. Eve girdiğimizde ise evimiz pazarlıksız koşulsuz her halimizle bizi bağrına basar. O kadar hoşgörülüdür ki, kendisi ile istediğimiz gibi oynamamıza izin verir. Duvarlarını bir sene maviye bir sene yeşile boyarız, pencerelerine ister stor perde ister ipli perde takarız. İtaatkârdır ev, uysaldır. Ama kime karşı? Tabi ki sahibine uysaldır ev. Sahibi için güvenlidir. Yani kendini mülk edinene. Bedelini ödeyene. Bedelinin hepsini ödeyememiş kiracısına mesafelidir. Çocuk ise o evde yaşasa da mülk sahibi görülmez. Yetişkinler olarak her şeyi kendi ihtiyaçlarımıza göre düzenleriz. Evde onlara yer açmadığımız için evlerimiz çocuklara yabancı ve düşman olur. O yüzden lavaboları tek başına kullanmak için yetişkin boyutlarına yaklaşması gerekir. Duvarlarına hayallerini çizemez; ebeveynlerine göre evi kirletmektir böylesi. Yetişkinine dost olan evler, çocuklar için güvenli de değildir. Bir düşünün ülkemizde ne kadar çocuk ev kazalarına kurban gitmekte[1]. Balkonlar ve pencereler onun için dış dünyaya açılacağı bir köprü değil, onu ölüme yollayacak deliklerdir. Televizyonlar, iyi vakit geçireceği renkli ekranlar değil üzerine gökten yağan taşlardır. Çocuklar adaletle ve adil olmakla evde tanışırlar. O zaman çocuklara ev içi adalet diyelim mi?
Okul da çocukların değildir. Çocuklar orada sadece eğitilmesi ve dönüştürülmesi gereken nesnelerdir. Dahası burada kendisi üzerinde karar verenlerin hem gücü hem de sayısı artmıştır. Devlet, devletin gizil ideolojik amaçları, eğitmenler, kamu görevlileri ve elbette ki ebeveynler. Çocuk burada kendisinin ortağı olmadığı ve bilmediği amaçlar için yoğrulur da yoğrulur. Öyle ya! Özgür bireyler için sınırsız özgürlüğü savunan Locke un ifade ettiği gibi “ne de olsa çocuk boş bir levha”, üzerine ne yazarsan o olur. Bireysel özgürlüğü savunan Locke çocuğun da özgür olmasını neden düşünmemiştir? Kendisi de yetişkin olduğu için mi? Yoksa çocukların mülkü olmadığı için mi? Siyasi özgürlükleri ekonomik özgürlüklere bağımlılaştıran Locke için cevap her ikisi olmalı. 20 Kasım 1989 yılında kabul edilen BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 12. maddesine göre çocuğun kendisini ilgilendiren her konuda söz söyleme hakkı var. Ülkemizde her yıl değiştirilen ve her seferinde daha da kötüsü getirilen sınav sistemleri, müfredatlar ve eğitim politikalarının hangisi çocuklara soruldu? İyi ki hiçbiri. “İyi ki” çünkü ortaya çıkan bu ayrıştırıcı, dışlayıcı, rant odaklı, eşit olmayan, tek düze kaba saba sonuçta çocukların payı yok. Ne var ki çocukların ortağı olmadığı eğitim sürecinden bu şekilde dışlanmak, yok sayılmak büyük haksızlık. Bu anlayışın sonucu olarak yarıştırılmaya zorlanmak, eğitim türü ve amacı konusunda piyasa koşulları, mantığı ve değerleri dışında alternatif tanımamak, geride kalanları çürük sepetine yollamak daha büyük haksızlık. Yetişkin bakış açısının şekillendirdiği mekânlarda yetişkin değer ve amaçlarının küçük taşıyıcıları için “okulda adalet” diyelim mi?
Peki ya kentler? Pek çoğumuz kentlerin cazibesine ve sunduğu konfor olanaklarına kapılıp kentlere göç ettik. Nüfus kalabalıklaşınca evlerimizi üst üste yaptık kaloriferli ya da doğalgazlı olup da odun taşıma derdinden kurtulunca, beton da olsa bu evler, pek bir mutlu etti bizi. Büyük devasa alışveriş merkezlerinde aradığımız her şeyi bulduk. İş uzaktı ama neyse ki arabalarımız vardı. Peki, kentlerimizde çocuklarımıza ne kadar yer açtık? Evimizin yanında otopark olması en büyük taleplerimizdendi. Ama artan trafik nedeniyle çocuklarımızın soluduğu havanın kirlenmesini pek önemsemedik. Arabamızın evimizin önünden çalınmasına şaştık, artık sokakların çocukların oynayacağı güvenli alanlar olmamasına şaşmadık. Bir yandan çocuklara karşı işlenen suçlardaki artış bir yandan kentlerin rant politikalarına teslim edilmesi derken çocukların kentsel yaşamın dışında kalmasına seyirci kaldık. Sanat kentin can damarı iken çocuklara tiyatroyu, müziği, çok gördük. Kent sokakları yetişkin kadınları en fazla da yetişkin erkekleri ağırladı. Kentlerde de çocuklara yer açılmadı. Oysa ki çocuğun kentin güzelliklerine, kentte görünür olmaya, kenti tanımaya ne çok ihtiyacı var. Kentin de çocukların heyecanlarına, düşüncelerine, seslerine. O zaman kentte çocuklara adalet diyelim mi?
“Bugünün kaynaklarını gelecek kuşakların da kullanma hakkını elinden almadan tüket” diyor sürdürülebilir kalkınma. Bir nevi “bu dünya, bu kaynaklar bizim değil, gelecek kuşaklardan emanettir” sözünün açıklaması. Kaynakları sorumlu bir şekilde kullanmaya çağrı anlamında kalpleri ısıtıyor bu kavram. Çünkü sürdürülebilir kalkınma ile bugünün kuşakları ile geleceğin kuşakları arasında kaynakları a”dil kullanma sözleşmesi” yapılıyor. Yalnız burada bir tuhaflık yok mu? Kavram kaynakları kullanma hakkını iki yetişkin kuşak arasında düzenliyor ve çocukların kaynaklar üzerinde söz sahibi olması için yetişkin olmayı beklemesi gerekiyor. İki yetişkin kuşak için adil olan bir sözleşme çocuklar için hiç de adil değil. Bugünün yetişkinlerinin verdikleri kararlar yüzünden, bugünün çocukları yaşamsal kaynaklara dahi ulaşamıyor[2]. Bugün dünyada her 5 çocuktan biri temiz suya ulaşamıyor, her 6 çocuktan biri [3] tarafı ve ortağı olmadıkları kaynak paylaşımı savaşlarından çeşitli şekillerde etkileniyor. Kısacası kaynaklara aslında büyümek ve gelişmek için en çok onların ihtiyacı var, bunlara ulaşamadıkları ve yönetemedikleri için en çok onlar etkileniyor. Son moda kalkınma anlayışı ise çözüm olarak gelecekteki yetişkinliği öneriyor. Oysa ki bu çocukların bazıları yetişkinlerin yarattığı bu bozuk dünya düzeni yüzünden hiçbir zaman yetişkin olamayacak. O zaman çocuklar için kaynaklarda adalet diyelim mi?
Sözün özü lafın kısası yetişkin olmak, büyük olmak, güçlü olmak ne bizi daha değerli yapıyor ne de bize daha fazla hak sağlıyor. Küçük ve tecrübesiz olmak ise çocuğu zayıf ve daha az haklı yapmıyor. Aksini savunmayı adalet duygusu ile açıklamak mümkün değil. Ortaya çıkan adil olmayan durumlara yetişkinlerin kendilerine fayda sağlama odaklı bencil yanılsamalarının çocuklara dayatmalarının sebep olduğunu kabul etmek gerekiyor. O zaman her yerde çocuklar için adalet diye bitirelim mi?
[1] Ayrıntılı bilgi için bkz Tekin Ulaş Karatepe, , Hasan Çetin Ekerbiçer Çocuklarda Ev Kazaları Sakarya Tıp Dergisi 2017;7(1):69-73
[2] Ayrıntılı bilgi için bkz https://www.unicef.org/reports/reimagining-wash-water-security-for-all
[3] Ayrıntılı bilgi için bkz https://www.savethechildren.net/sites/default/files/waronchildren/