Sivas Katliamı’nın 30. yılının özeti adalet arayışıdır. 2 Temmuz 1993’te devletin gözleri önünde, bir kentin orta yerinde, saatler süren gösteri ve Madımak Oteli’nin ateşe verilmesi sonrası gerçekleştirilen katliamdan bugüne kadar yaşananlar iktidarların, devlet içindeki güç sahiplerinin 30 yıldır adaletsizliği nasıl yerleşik hale getirdiklerinin göstergesidir. Sanıkların yargılama süreçleri, çeşitli gerekçelerle tutuklu sanıkların salıverilmeleri, bazıların yaşlılık, hastalık gibi gerekçelerle affedilmesi, insanlığa karşı suç kapsamına alınmayarak davanın zaman aşımına girmesine göz yumulması gibi onlarca olayı yaşadık 30 yıl içinde.
Katliam sonrası dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in ‘göstericilerden ölen, yaralanan yok’ benzeri açıklaması, katliamın örgütsel boyutunun en baştan reddedilmesi, insanların yakılarak öldürülmesi gibi bir olayı ölenlerin ve ölümden dönenlerin tahriklerine bağlanması, bazı yıllarda anmalara izin verilmek istenmemesi, gerici medya organlarının ve yapıların katliamı alenen savunmaları ve katillerden mağdur olarak söz etmeleri gibi olağan bir hukuk devletinde olamayacak çok sayıda olay yaşandı bu 30 yıl içinde.
Yine bu 30 yıl içinde Gar Katliamı, Roboski Katliamı, Suruç Katliamı gibi onlarca insanın ölümüyle sonuçlanan katliamlar gerçekleşti. Rejim ekseninde değerlendirildiğinde Soma, Karadon, Ermenek, Torunlar İnşaat, Afşin, Büyük Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası gibi yerlerde yüzlerce iş cinayeti/ katliamı yaşandı. Bu örneklerin çok daha fazla olduğunu biliyoruz. Hepsinin ortak noktası adaletin yerine getirilmemiş olmasıdır. Failler ya bulunamıyor, ya kaçmalarına izin veriliyor, ya da tahrik, kaza, kader gibi nitelemelerle cezasızlık kalıcı hale dönüştürülüyor. Madımak Oteli’nde öldürülenlerin yakınlarının ve davayı sahiplenenlerin 30 yılın sonunda dile getirdikleri ortak görüşlerden biri adalet arayışıysa, biri de mevcut iktidar dâhil yargının, rejim içindeki güç odaklarının katilleri koruduğunda birleşiyor. Bu ortak görüş bazılarını saydığımız katliamlar için de geçerlidir.
Bütün bunlar yaşam hakkımızla birlikte özgürlük, adalet, eşitlik gibi kavramlar için de ortak mücadele etmemiz gerektiğini gösteriyor. Sivas Katliamı ve sonrasındaki gelişmelere bir bütün olarak bakarak bugün yapmamız gerekenleri yeniden değerlendirmek zorundayız. Örneğin ülkenin en önemli ve tanınan yazar, şair ve sanatçılarının bulunduğu bir otelin yakılmasıyla gerçekleşen katliamdan yedi ay sonra Refah Partisi İstanbul, Ankara gibi şehirlerde belediye seçimlerini kazanırken 1994 seçimlerinde de koalisyon ortağı olarak iktidar oldu. Bu yıllar aynı zamanda muhaliflere yönelik failli meçhul cinayetlerin de arttığı yıllardı. Devrimcilerin, sosyalistlerin, yaşam savunucularının ortak ve güçlü bir muhalefeti kuramadıkları, yaşamın her alanına müdahale edebilecek araçları yaratamadıkları koşullarda iktidarlar ve sermaye her alanda katliamlarını sürdürürlerken faillere yönelik cezasızlığı da kalıcı hale getirdi.
Bunlarla birlikte iktidarlar ve sermaye kendileri için tehdit unsuru olarak gördükleri örgütleri, bireyleri zor yoluyla, yargı eliyle, medyada şeytanlaştırarak etkisizleştirme yolunda hızla ilerliyor. Geçtiğimiz hafta TELE 1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın yaptığı bir programdaki konuşmalarından bazı bölümlerin kesilip montajlanarak servis edilmesi sonrası ‘suçu ve suçluyu övmek’, ‘teröre destek vermek’ gibi suçlamalarla tutuklandı. Mahkeme söz konusu programın orijinaline, programda söz konusu edilen AKP Milletvekili Galip Ensarioğlu’nun açıklamalarına bile bakmaya gerek duymaksızın verdi kararını. Bununla birlikte TELE 1’e yönelik kesilen para cezalarındaki artış bu şekliyle sürerse kanal kendiliğinden kapanmak zorunda kalacak gibi görünüyor.
Merdan Yanardağ’ın tutuklanmasına giden süreç aynı zamanda siyasette de bir turnusol işlevi gördü. İYİ Parti Genel Sekreteri Kürşat Zorlu’yla birlikte partinin önde gelen bazı isimleri Öcalan hassasiyeti olarak göstermeye çalışarak sosyal medyadan savcıları göreve çağırarak yeni bir pozisyon belirledi. Buna Meral Akşener’in İYİ Parti kongresindeki sözleri de eklenince Saray/AKP/MHP iktidar bloğunun iki yılı aşkın zamandır sözünü ettiği ‘Milli Muhalefet’ koltuğuna İYİ Parti oturacak gibi görünüyor. 2018 seçimleri öncesi CHP’den 15 vekil transfer ettiği için pişmanlık duyduğunu belirten Akşener aynı kongrede İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın kazanılmasında HDP’nin desteğini de inkâr etme yoluna giderek 2024 Mart’ında yapılacak yerel seçimler öncesinde AKP’ye de önemli bir alan açacak gibi görünüyor.
Merdan Yanardağ’ın tutuklanması iktidarın, özellikle de Tayyip Erdoğan’ın seçimin ardından yaptığı konuşma ve yeni kabineyi yumuşama belirtileri olarak görenlerin yanıldığını göstermesi açısından da önemlidir. Özellikle ekonomi alanında Mehmet Şimşek ve ekibine bir şans verilmesi, yardımcı olunması çağrısı yapan muhalif bazı akademisyen ve gazetecilerin yaymaya çalıştıkları iyimserliğin niyetleri ne olursa olsun toplumu yanıltmak, adaletsizliğe ve eşitsizliğe meşruiyet kazandırmak olduğu görülmüştür.
Merdan Yanardağ’ın tutuklanmasına giden süreçte İYİ Parti’nin aldığı tutum aynı zamanda CHP’nin YSP ve Kürt Seçmenle kurduğu ilişkiye karşı da bir tavır olarak görülmelidir. İYİ Parti CHP ve Millet İttifakı’nı oluşturan diğer partileri bir tercihe zorlayarak YSP/HDP’den uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Saray veya iktidar bileşenleriyle doğrudan bir bağlantı olup olmadığı şimdilik bilinmemekle birlikte İYİ Parti’nin milliyetçi seçmenleri öncelediği, deyim yerindeyse aslına rücu ettiği görülmektedir. Bu durumda CHP ve rejimin muhalif unsurlarının İYİ Parti’den merkez sağ yaratma düşünceleri şu an için mümkün görünmemektedir.
Geçtiğimiz hafta YSP Eş Başkanı Pervin Buldan’ın ‘Büyükşehirler dâhil her yerde seçime gireceğiz’ açıklaması bir yanıyla İYİ Parti’ye yanıt gibi görünürken, esas itibariyle milletvekili seçimleriyle açığa çıkan seçmen kaybını ve parti içi tartışmaları gidermeye yönelik bir hamle olarak görülmelidir. Bu kararın uygulamaya geçirilmesi halinde başta İstanbul olmak üzere bazı kentlerde AKP’nin kazanma olasılığı yüksektir. Dolayısıyla bu kararın sonuçlarıyla birlikte bugünden tartışmaya açılması, sosyalistler ve devrimciler başta olmak üzere tüm muhalefetin bu yeni duruma uygun politik araç ve yollar geliştirmeleri zorunludur.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ
1 Temmuz’da İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının üzerinden iki yıl geçmiş oldu. Saray/AKP/MHP iktidarının kendi seçmen kitlesini tahkim ederken, YRP, Hüda Par gibi gerici partilerin, aynı çizgideki tarikat ve cemaatlerin oylarını devşirmek için aldığı bu karar yeni saldırıların da önünü açtı. YRP ve Hüda Par kadınların şiddete karşı korunmasında en önemli düzenlemelerden biri olan 6284 sayılı Yasa’nın da değiştirilmesi veya iptali için kampanyaya başladılar. Bu kampanya ile kadınların doğdukları andan itibaren eğitim, çalışma, sosyal yaşama katılma, boşanma durumunda nafaka gibi tüm hakları tartışmaya açıldı.
TÜİK verilerine göre 2001 yılından sonra 0-18 yaş arası 2 milyon 89 bin kişi/çocuk doğum yapmış. Bu oranlar her geçen yıl artmaya devam ederken, 21 bin kişinin 15 yaşından küçük oluşu kurulan, kurulması istenen toplumsal düzeni göstermektedir. Dikkat edilirse özellikle YRP ve Hüda Par sözcüleri çocuk evlilikleri de tartışmaya açarak, fiziki olgunluk, ailenin rızası gibi gerekçelerle normalleştirmeye çalışıyorlar. Aynı dönemde kız çocuklarının örgün eğitimin dışına çıkışında da artış yaşanmış olması iktidar politikalarından bağımsız değildir, bağımsız olduğu düşünülmemelidir. Çünkü bu çocukların mağduriyeti ve yaşadıkları taciz, baskı toplumsal gerçeklikler, aile, evlendirilerek aile namusunun temizlenmesi gibi gerekçelerle sıradanlaştırılıyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığı günden bugüne kadar 608 kadın erkekler tarafından öldürülürken, 463 kadın şüpheli biçimde öldü. Dolayısıyla 2 yıl içinde 1071 kadın öldürüldü. Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin 6284 sayılı Yasa ile mücadele edilebileceğini söyleyen iktidar iki yılın sonunda 1071 kadının ölümünü önleyemediği gibi bugün iktidar bileşeni olarak ittifak yaptığı YRP ve Hüda Par’ın isteklerini yerine getirecektir. Özellikle AKP’nin tüm gerici ve emek düşmanı düzenlemeleri önce kendi dışında tartıştırarak sonrasında adım attığını biliyoruz. Kadınlarla birlikte yaşam hakkından ve adaletten, emekten yana olanlar olarak ortak bir karşı çıkış ve muhalefet yaratılamaması durumunda 6284 sayılı Yasa’nın da kaldırılması veya işlevsiz kılınması önlenemeyecektir.
ANAYASA ve HUKUKSUZLUK
Seçimlerden sonra Tayyip Erdoğan birkaç kez yeni dönemde yeni ve sivil bir Anayasa gerektiğini söyledi. Görüldüğü kadarıyla Saadet Partisi, Deva Partisi ve Gelecek Partisi yeni Anayasa yapım sürecine katılacaklarını açıkladılar. Yukarıda İYİ Parti ile ilgili belirttiğimiz gelişmeler gerçekleşirse bu Anayasa yapım sürecine İYİ Parti’nin de katılması mümkündür.
Yıllardır Anayasa’nın, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının ayaklar altına alındığı gerçeği orta yerde dururken yeni Anayasa yapmak ve bunu demokrasi için diye gerekçelendirmek iktidara özgü bir durumdur. Bu nedenle Anayasa yapım sürecine dâhil veya destek olacak olan herkese yaşadığımız hukuksuzlukları, yargının siyasi bir araç olarak kullanıldığını belirtmek gerekiyor. Bu kapsamda devrimcilerin, sosyalistlerin, emek ve yaşam savunucularının adalet mücadelesiyle birlikte öncelikle yargı güvencesi, mevcut yasalara uyulması mücadelesini yükseltmesi gerekmektir.
Anayasa Mahkemesi kararlarına aykırı olarak her hafta sistematik olarak gözaltına alınan Cumartesi Anneleri/İnsanları Galatasaray Meydanı’na giremezken, TİP Milletvekili Can Atalay içtihat ve yasalara rağmen serbest bırakılmamışken, AİHM kararlarına rağmen Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın tutuklulukları sürerken, 21 yılda yirmiden fazla grev erteleme yoluyla yasaklanmışken yapılacak Anayasa ancak iktidarın yol temizliği işlevi görecektir. Tutuklu gazeteciler, KHK ile yargısız, sorgusuz ihraç edilmiş binlerce kamu çalışan, kayyum rektöre karşı aylardır direnen Boğaziçi Üniversitesi hocaları ve öğrencileri, HDP’ye kapatma davasıyla birlikte HDP’li belediyelere kayyum atanması ve Kürt siyasetçilerin tutuklanması gibi yüzlerce örnek Saray/AKP/MHP iktidar bloğunun Anayasa, yasa, hukuk gibi bir dert ve amacının olmadığını göstermektedir. Bu nedenle muhalefetin öncelikli mücadelesi iktidar bileşenlerinin yasalara uymasını sağlamak, yargıyı iktidar aracı olarak kullanmasını önlemektir.
MEMUR ve EMEKLİ MAAŞ ARTIŞLARI
Bu ay memur ve emekli maaş artışları belirlenecek. İktidarın seçimlerden önce verdiği vaatler üzerinden senaryolar üretilse de 21 yılın sonunda gördük ki ücretler rakamsal olarak artsa da alım gücü açısından geçmiş yılların gerisinde kalmaya devam ediyor. Açlık ve yoksulluk sınırı verileri karşısında reel ücretlerin günden güne asgari ücret düzeyine düşürüldüğü, bunun da iktidar politikası olduğu görülüyor. Sendikal hareketin etkisiz ve kendi alanını korumaya odaklanması, iktidar karşısında grev bir yana etkili eylemler bile gerçekleştirmekten uzak durması tüm çalışanların ücretlerinin gerilemesiyle birlikte sendikal örgütlülüğün de dibe vurmasıyla sonuçlandı. Bayramdan önce açıklanan asgari ücret bir hafta içinde dolar bazında 50 dolar yakın eridi.
On yıl öncesine kadar orta gelir grubunu oluşturan memur ve kamu işçilerinin ücretleri de yoksulluk sınırının altına düşürüldü. İktidar yalnızca ücret artış oranlarıyla değil gelir vergisi oranlarını yeniden değerleme oranının (YDO) altında tutarak bu yoksullaşmayı artırdı. Bu nedenle sendikal hareket memur maaş artışları, TİS görüşmeleri sırasında ücret artışlarıyla birlikte gelir vergisi oranlarını da tartışmaya açmak, iktidarın bu hesap oyunlarını görünür kılmak zorundadır. Asgari ücretin 11402 TL olarak açıklanması sonrasında birçok işyerinde ücretlerin asgari ücretin altında kalması veya asgari ücret seviyelerine düşmesi nedeniyle önümüzdeki günlerde ücret güncelleme talebiyle yeni emek eylemleri gerçeklemesi olasıdır.
Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı verilerine göre 2018’de 3 milyon 494 bin hane sosyal yardım alırken bu oran 2022 yılı için 4 milyon 419 haneyi geçmiş durumdadır. Görünürde, resmi olarak enflasyon oranında artırıldığı tüm maaş ve aylıkların reel alım gücü açısından ne ölçüde gerilediği bu verilerle ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle 4 yıl içinde 1 milyona yakın hani sosyal yardıma muhtaç hale getirilmiştir. Saray/AKP/MHP iktidarının sosyal yardımlar üzerinden siyaseti tahkim ettiği ve mevcut ücret politikalarına rıza ürettiği gerçeğini de unutmamak gerekiyor. Yani iktidar ucuz işgücü politikalarıyla sermayeye sömürü alanı açıp, uluslararası rekabeti buradan kurarken sosyal yardımlar, asgari ücrete görece yüksek artışlar yoluyla ücretliler ve yoksullar arasında bir parçalanmayı da sağlıyor.
Devrimcilerin, sosyalistlerin, emek ve yaşam savunucularının genel geçer kavramların ötesine geçerek adalet, eşitlik, özgürlük, laiklik gibi kavramların iç içe geçtiğini, birbirinden bağımsız olmadığını bilince çıkarırken yaşamın her alanını kapsayacak ortak mücadele yollarını ve araçlarını yaratmaları zorunludur. Önümüzdeki dönemde iktidarın olası saldırılarını daha da artıracağı açıktır. Özellikle muhalefetteki dağınıklık ve içe dönme hali nedeniyle bu saldırılarını kolaylaştıracağı ve artıracağı görülüyor. Dolayısıyla devrimcilerin, sosyalistlerin, yaşam ve hak savunucusu tüm güçlerin mücadelelerini ortaklaştırmadıkları sürece başarı şansı olmadığı gibi mücadelelerin sürekliliğini sağlamaları da mümkün olmayacaktır.