insanın, hatta canlı bir varlığın fiziksel olarak acı duyması yaşadığının bir işaretidir… insan ve bazı hayvanlar da duygusal olarak acı duyuyor, acıyı yaşıyorlar. burada insanı hayvanlardan ayıran şey acının nedenleri, sonuçları, çözümleri üzerine analizler yapabilmesidir sanırım (hayvanlar da insana kıyasla çabuk unutuyorlar; belirttiğim bağlantıları kuramadıkları için de daha az etkileniyorlar diye düşünüyorum.) belki de fiziksel acıdan daha çok duygusal olarak duyduğumuz acı bizi insan kılan, diğer hayvanlardan ayıran temel özelliklerden biri…
toplumun örgütsüz olduğu, yoksulluk, işsizlik, savaş, çatışma gibi koşulların yani geçim ve yaşama tutunma derdinin her şeyin önüne geçtiği, insanların kendilerini en çaresiz gördüğü koşullarda tüm duygular gibi acı duygusu da aşınıp duyarsızlığa dönüşebildiği gibi, bir şeyler yapmak isteyip de yapamamanın ezikliği ile bir hastalığa da dönüşebiliyor. bu iki durumun da büyük ölçüde bilinçsiz biçimde kendini gösteren savunma olduğunu düşünüyorum… yoksa sonrası çıldırmak ve tümüyle insanlıktan çıkmak… bu yüzden acının öğrenilebilir, yansıtılabilir, örgütlenebilir özellikleri olduğunu düşünüyorum. bunlarla birlikte acı duymanın hastalığa dönüşme olasılığının nedenlerinden biri de insanın bir belleğe (hafızaya) sahip olmasıdır sanırım…
Orhan Kemal, “Güçlü bir hafıza, ağır bir cezadır. Ve işin kötüsü, iyi anları nadiren, kötü anları sıklıkla hatırlatır.” diyor. elbette insan kendine özgü, biricik bir canlı olmasının yanında içinde yaşadığı toplumun bir parçası olarak da toplumsal bir canlıdır… bu yüzden de kendini var ettiği, bağlı (ait) duyumsadığı, güven bulduğu, gereksinimlerini karşıladığı toplumun diğer bireylerinin yaşadıklarından da etkilenmektedir… tüm bu etkilenmeler belleğimizde birikerek bizi biz yapıyor diye düşünüyorum… belki de Orhan Kemal’in belirttiği güçlü bir belleğin ceza olma durumu bu biçimde gerçekleşiyor…
Tolstoy’un sosyal medyada da sıkça karşılaştığımız, “Acı duyabiliyorsan canlısın, başkasının acısını duyabiliyorsan insansın.” sözünün öncesini, sonrasını, hangi an ve olay için söylendiğini bilmiyorum… fakat başkalarının acısını duymanın yetmediği anlar, olaylar, durumlar olduğunu düşünüyorum. aynı biçimde süreklilik içeren yardım ilişkilerinin de insanı aşındırdığını, hatta insanlar arası eşitlik ilişkisini ortadan kaldırdığını düşünüyorum. (burada dayanışma ilişkisi ile yardım etme arasında niteliksel bir ayrım olduğunu belirteyim.) acıma duygusunun acınacak durumda olma ve acıyan olma gibi roller nedeniyle de kaçınılmaz olarak eşitlik ilişkisini yok ettiği açıktır…
korona salgınının da etkisiyle bir çok ilişkimiz sosyal medya üzerinden yoğunlaştı. dikkat ettiyseniz son zamanlarda katlanma sınırlarımızı zorlayan haberlerle birlikte yoğun olarak yardım çağrısı gönderileri paylaşılıyor. çoğunlukla acıyıp, iyilik dileklerimizi yazıp geçiyoruz. acıma duygusuyla üzülenlerimiz kadar, artık kanıksadığı için etkilenmeyenler de var… sözüm acıma duygusuyla üzülenleredir; daha ne kadar üzüleceğiz…? daha ne kadar acıyacağız? daha ne kadar iyilik yapacağız…?
en başta belirtmeye çalıştığım, acının nedenleri, sonuçları, çözümleri üzerine kafa yormamız gerekmiyor mu? toplumsal bir varlık olarak acıyarak veya iyilik yaparak kendimizi rahatlatsak bile bunun sonu olmadığını, sonunun gelmeyeceğini hepimiz biliyoruz… toplumsal bir varlık olarak kurduğumuz yapıların, en başta da devletin görevleri, sorumlulukları olduğunu, bunun için hepimizden, hepimizin yediği, içtiği, giydiği, okuduğu, dinlediği şeylerden vergi kestiğini anımsayıp acınacak durumda olanın bu durumdan kurtulmasının, iyiliğe muhtaç olanın bu muhtaçlıktan çıkmasının bireylerin iyi niyeti ve çabasıyla gerçekleşmeyeceğini anlamak zorundayız…
acımayalım, yardım etmeyelim demiyorum… tersine acıma ve yardım etme duygularımızı korurken sorunların kökenlerine inerek ortadan kaldırmayı öncelememiz gerekir diyorum… insanlar neden acınacak durumda olsunlar ki…? insanlar neden yardıma muhtaç olsunlar ki…? insanlar neden doğdukları yeri terk etmek zorunda kalsınlar ki…? sürekli acınacak halde olmak, sürekli acıyor olmak, sürekli yardıma muhtaç olmak, sürekli yardım etmek hepimizi aşındırıyor. bu aşınmanın kaçınılmaz olduğunu deneyimleyen çok sayıda insan olduğuna da eminim… zamanla kendi kendimizi eskittiğimizi, tükettiğimizi de göreceğiz… çünkü acıya ve yardıma muhtaç duruma getiren siyasi, ekonomik, askeri, hatta kültürel koşulları değiştirmediğimiz sürece acı duyduğumuz olaylar katlanarak artacak ve biz ayrımına varmadan kanıksayacağız… yardım isteyenler artarken biz yardım isteyenler arasında seçim yapmak zorunda kalacağız, duyarlılığımız (insanlığımız) aşınacak…
acımanın ve iyiliğin hastalığa (takıntıya) dönüşmemesi öncelikle süreklilik kazanmamasıyla ilgilidir…süreklilik kazanmaması da yaşamın her alanında insanların temel haklarda (ve görevlerde) eşitliğinin sağlanmasıyla olanaklıdır… bu yüzden acıma duygumuza öfke ve değiştirme isteğimizi, yardımseverliğimize hesap sorma ve haklarımızı savunmayı eklemek zorundayız… başta yazdığım, duygusal olarak duyduğumuz acı bizi insan kılar cümlesine bunu eklememiz gerekiyor… yalnızca acı duymak, yalnızca yardım etmek insan olmamıza yetmez… vicdanımıza karşı kendimizi rahatlatmaya çalışsak da yetmez, yetmemeli… bu düzen değişmeli… çektiğimiz ceza yeter; acıya müebbet, yardıma müebbet, yoksulluğa müebbet insanlıktan çıkmak demektir…
elbette kendiliğinden oluşmuyor acıyı ve iyiliği gerekli kılan ortamlar… düzen dediğimiz şey ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal, geleneksel, askeri vb. iktidar araçlarını ellerinde tutan bir avuç azınlığın yapıp ettiklerinin sonuçlarını yaşıyoruz… acıyı yaşayanının acısını duymak, yoksunluk içindekine yardım etmek de iktidar araçlarını elinde tutanlara değil bize düşüyor… neden bize düşüyor…? çok duyarlı olduğumuz için mi? belki duyarlılık bir etken; fakat ayrımında olalım veya olmayalım bu bir sınıfsal tutumdur, ideolojiktir. daha açık söylemem gerekirse kendimize benzeyenlere, kendimizden gördüklerimize karşı daha gelişkindir acımak duygusu ve iyilik eylemi… ayrımındaysak bu düzeni değiştirmemiz gerektiğini biliyoruzdur, ayrımında değilsek insanlığımızı koruyoruzdur. birey olarak insanlığımızı korumakta inat etmenin değerli olduğunu vurgulayarak yeterli olmadığını, insanlığımızı korurken değiştirmeye de yöneldiğimizde anlamlı olacağını göz ardı etmemeliyiz… varacağımız yer, ulaşmamız gereken yer en başta da, en sonda da özgürlüktür…