Pazar, Aralık 22, 2024
spot_img

“Acemi Nalbant Gavur Eşeğinde Öğrenir”

“Varsın gidiyorlarsa gitsinler, bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam eder yola devam ederiz” diyerek kapı gösterilince tuhaf oluyor insan, hele de hekimlik mesleğinde 40 yıla giderken daha da tuhaf…

“Varsın gidiyorlarsa gitsinler, bizler de üniversiteleri yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam eder yola devam ederiz” diyerek kapı gösterilince tuhaf oluyor insan, hele de hekimlik mesleğinde 40 yıla giderken daha da tuhaf… Gidelim, yerimizi de yeni mezun genç arkadaşlarımız alsınlar ama bir halk sözü var, hatırlatayım: Acemi nalbant gavur eşeğinde öğrenir.

“Biz ne müstesna bir mesleğin mensuplarıyız, bir bilseniz” demeyeceğim; hiç ihtiyacımız yok… Sadece kendimi eğitmek, yetiştirmek için katıldığım kurslar, sempozyumlar, kongrelerde verilip de elimde kalan, atmaya kıyamadığım belgelerden birkaçının görselini paylaşıyorum. Bu eğitimlerin içinde ücretli olanların parasının tamamını ben ödedim; yol, konaklama vb. ücretlerini de… Hatta birçoğuna da yıllık izin alarak gidebildim. Hani “Devlet bizi eğitmiş” ya…

dogan alpaslan demir diplomalar

Hekimlik mesleğinde eğitim bir ömür boyu sürer, 6 ay boşladınız mı hangi tedavi protokolünün değiştiğini, tanı yöntemlerindeki gelişmeleri, yeni ilaç etken maddelerini kaçırıverirsiniz. Hekimler için bu öylesine alışıldık ve zorunlu bir süreçtir ki çoğu zaman bunu söylemeyi, sergilemeyi akıl edemezler. Bu nedenle mesleği sürdüren hekimlerin önemli bir kısmında bu eğitim belgelerinden çuval dolusu vardır da nereye koyduklarını bilmezler…

Hekimlik, ucu bucağı olmayan engin disiplinler denizinde ömür boyu süren bir debelenmedir. Hekimlik fizyoloji, farmakoloji, mikrobiyoloji, klinik bilimler vb. fenni bilimlerden ve sosyoloji, tarih, antropoloji, sanat, müzik, mimari, dilbilim vb. sosyal disiplinlerden beslenir. O da yetmez: Tıbbi bilimlerdeki gelişmelerden hangisinin ne ölçüde küresel sermayenin çıkar nesnesi olduğunu anlayabilecek, hastadaki kullanımının yarar/zararı yanında sömürüye alet olup olmadığını tartacak bir “siyasi duruş ve bilince” gereksinim duyar hekimler. Abartmıyorum…

Mesleğe başladığımın ilk yıllarında içme/kullanma su kuyularına lağım sularının karıştığı bir bölgede, poliklinikte oturup ishalli çocuk muayene edip reçete yazmanın bana yetmeyeceğini anlamıştım.

Doğu illerinden yeni göç etmiş, yıkık dökük bir kulübe yapıp kent yaşamına tutunmaya çalışanların yaşadığı bir gecekondu bölgesinin sağlık ocağında çalışmaya başlamıştım. Erkekler Türkçe biliyordu ama kadınların çoğu Türkçe konuşamıyordu. Yanlarında getirdikleri 13-14 yaşındaki kız çocukları ne kadar çevirebilirlerse o kadar anlaşabiliyorduk. Sağlık ocağı çalışanları içinde ana dili Kürtçe olan, emeklilik işlemlerine başlamış bir ebe vardı. Bana Kürtçe öğretmesini istedim. O emekli oluncaya kadar bir ay çalıştık. Çalışkan bir öğrenciydim. Hasta muayenesinde ihtiyacım olan cümle kalıplarının nasıl söylendiğini defterime yazıp ezberliyordum.

1987 – Ahatli Saglik Ocagi dogan alpaslan demir
1987 – Ahatlı Sağlık Ocağı

Hastalarım önce şaşırdılar, altında çapanoğlu aradılar, sonra alıştılar ve bana güvendiler. Hem de çok…

antalya 1988 dogan alpaslan demir
Antalya 1987

Mahallelerden biri tümüyle yeni göç dalgası ile oluşmuştu. Alt yapısı yoktu, kazdıkları çukurları tuvalet gideri olarak kullanıyor, içme suyunu mahalleden geçen tarımsal sulama için kullanılan arıklardan alıyorlardı. Onlara duvarları taşla örülü, sızdırmalı fosseptik çukuru yapmayı ve “S” boru kullanmayı öğrettim. Tabi ki önce ben öğrendim.

Antalya 1989 dogan alpaslan demir
Antalya 1989

Çocuklar için SMA mama, kadınlar için doğum kontrol hapı ve prezervatif dağıtıyordum; sularına eklemeleri için de klor eriyiği. Fena halde çatıştığım zamanlar oldu gecekondulularla. Verdiğimiz mama kutularını açmayıp satıyorlardı; kutuları açık olarak vermeye başladım. Prezervatifleri balon yapıp çocuklarına veriyorlardı oynasınlar diye. Genç ebe arkadaşlarımdan biriyle rahim içi araç takma kursuna gittik; doğurganlık çağındaki kadınlardan bir uçanlar bir de kaçanlar kurtulabildi elimizden. Düğünlerine, cenazelerine de çağırıyorlar, gidiyordum. Sonra 14 yaşındaki bir kız çocuğunun düğününe çağırdıklarında olay çıkardım; çocukları evlendirmek için memleketlerine göndermek zorunda kaldılar. Elim oralara yetişemedi. Ebe arkadaşlarımın bildirdiği 15 yaşında hamile, imam “nikahlı” bir kız çocuğu ile ilgili savcılığa suç duyurusunda bulundum, ortalık fena karıştı… Gece gençler sağlık ocağını taşladılar. Ertesi gün il valisi beni bir süreliğine açığa aldı. Neşeli günlerdi…

Soğuk bir kış günüydü, ebe ve hemşire arkadaşlarımla, her hafta yaptığımız gibi resmi araçla mahalleye gittik. Mahalleye girince sarsıldım; belediyenin iş makinaları konduların en az yarısını yıkmıştı. Kadınların çığlıkları, çocuk ağlamaları birbirine karışmış, erkeklerin öfkeyle, hatta nefretle sigara dumanını üfledikleri bir cehennem yaşanıyordu mahallede. Gaz tenekelerinin içinde lastik ve tahta parçası yakıp ellerini uzatmışlardı ateşe. Resmi araç şoförü “bunlar hınçlarını bizden çıkarır doktorum, geri dönelim” dese de kalabalığın en çok toplaştığı yere kadar gidip arabadan indim. İlk kez üzerimdeki takım elbise ve kravat ile uzak ve yabancı hissettim; Albert Camus’nün Veba romanına düşmüş gibiydim. Beni tanıyorlar ama benimle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. İçtiği sigaralardan sık sık bronşit olup sağlık ocağına gelen ve her seferinde “sigarayı bırakmazsan seni muayene etmeyeceğim” diye boşuna tehdit ettiğim orta yaşlı bir adama yanaşıp ne olduğunu sordum. Sabahın çok erken saatinde, otobüsler dolusu polisler eşliğinde iş makinaları girmişti mahalleye. Gerisi gözümün önündeydi.

Erkekler içinde tanıdığım azdı, kadınlarınsa hemen hepsini tanıyordum. Benden gözlerini kaçırıyorlardı; biri hariç. Kırklı yaşlarının başında, bıçkın, sözünü esirgemez, her sıkıntılı durumu yumuşatmaya yeten bel altı esprileriyle yörenin kadın lideriydi, mahalledeki elim ayağım gibiydi. Beni görüp yanıma doğru yürüdü, her zamanki saygılı, güleç, muzip ifadesinin yerini ateş hattına girmiş bir gerilla almıştı. Biraz uzağımda kalıp yüksek sesle bana seslendi:

-Ne işin var burada, acımıza aşı mı getirdin, ilaç mı?

Bekliyordum ama bu kadar sert değil… Ne dediğimi hatırlamıyorum, muhtemelen bununla ilişkim olmadığını söylemeye çalışmış olmalıyım. İkinci cümlesi daha sertti, sanki bir kurşun zihnimin ezberlerden örülü zırhlarını delip geçiyordu. Hani şu biz hekimleri eğiten, ömrü billah borçlu olmamız gereken “Devlet” vardı hedefinde, öfkesinde. Parmağıyla geldiğim resmi aracın siyah plakasını göstererek söyledi:

-Sen devlet değil misen![i]

Sonrasında? Sürüldüm elbet…  1995

dogan alpaslan basbakanliga

SON

Bir Cevap Yazın