TÜİK Temmuz ayında işsizliğin 506 bin kişi arttığını açıkladı… TÜİK’i biliyoruz, iktidarı zora sokmamak için verileri eğip büken, gizleyen bir kurum. yine de işsizlik artışını eğip bükse de ‘hiç işsiz yok’ diyemeyeceği bir gerçeklik var ortada…
Birleşik Metal İş Sınıf Araştırmaları Merkezi (BİSAM) 2021 yılı ağustos ayında açlık sınırının 2.977 Tl., yoksulluk sınırının 10.299 Tl. olduğunu açıkladı… Tayyip Erdoğan’ın “biz geldiğimizde öğrenci kredileri 45 liracıktı, şimdi 650 Tl.” sözünü bu veriler ışığında düşünmek gerekiyor… en düşük ev kirasının (özellikle İstanbul vd. büyükşehirlerde) 3.500 Tl.den başladığı, öğrenci yurt ücretlerinin en ucuzunun (o da 2 kentte) aylık 800 Tl. olduğu dikkate alındığında bırakın asgari ücreti kamuda çalışanların büyük çoğunluğunun yakınlarından destek almadan veya kredi kullanmadan çocuklarını okutması mümkün değil… bu harcamalara yol parasını, öğrenim araç gereçleri için yapılacak harcamaları vs. ekleyince…
CHP Milletvekili Orhan Sarıbal çiftçilerin borcunun 18 yılda 56 kat arttığını, 34 milyon dönüm alanın tarımsal üretimden çıktığını açıkladı. Mukavemet’in geçen haftaki değerlendirmesinde de belirtilen Çiftçi Kayıt Sistemi’ne kayıtlı çiftçi sayısının 3 milyondan 2,2 milyona düşmesi birbirini tamamlayan bilgiler… neden tarım ürünü ithal ettiğimizi, gıdadaki enflasyonun neden yükselmeye devam ettiğini de anlayabiliyoruz… iktidar üretimi desteklemediği, üreticiyi korumadığı, başta inşaat şirketleri olmak üzere yandaşlara sağladığı kolaylığı çiftçilere sağlamadığı için (bir de iklim krizi nedeniyle dikili alanların gördüğü zarar eklenince) çiftçi üretmekten vazgeçiyor…
18 yılda tarımsal ihracat 83 milyar dolar, ithalat ise 114 milyar dolar olarak gerçekleşmiş… başka bir deyişle tarımsal ticarette açık vermişiz, kendi çiftçimize vermediğimiz parayı uluslararası tarım tekellerine ve yerli/ işbirlikçi ithalatçı şirketlere vermişiz… iktidar sözcüğün tam anlamıyla bir açlık ve dışa/ tarım tekellerine bağımlılığa doğru sürüklüyor bizi…
bazı işler vardır; eğer arada bir kuşak boşluk olursa körelir. tarım sektörü de bu işlerden biridir. çiftçilerin, köylülerin üretimden kopup köyleri terk etmeleri sahip oldukları üretim bilgisinin, hatta kültürünün de yok olmasıyla sonuçlanıyor… eğer ciddi bir seçenek üretilip, yaşama geçirilemezse iktidarın beton, asfalt ve fosil yakıt tutkusu insanların toprağı unutmasıyla sonuçlanacaktır…
konut, kira ve yurt ücretlerinde görülmemiş oranlarda yaşanan artış ücretliler ve yoksullar açısından olduğu kadar sistem açısından da krizi büyütmektedir. ancak inşaat ve emlakçılarla iktidarın ilişkisi, öğrenci yurtlarına sahip olan iktidara yakın vakıf, tarikat ve cemaatler birlikte düşünüldüğünde bu alana müdahale etmesi mümkün görünmüyor… yani gıda fiyatlarını denetlemek üzere ekipler düzüp marketlerin, dükkanların üzerine salan iktidar daha görünür, kayıtlı ve sayıca olan yurtların, konutların sahiplerine, pazarlamacılarına ‘siz ne yapıyorsunuz?’ diyemiyor; demeyecek, diyemeyecek…
dikkat ettiyseniz iş cinayetleri haberlerinde inşaat sektörü ilk sıradadır (zaman zaman madenlerde yaşanan kitlesel kıyımlar o yılın ortalamasını değiştirse de genel sıralamada inşaat ilk sıradadır)… düşünebiliyor musunuz, çalıştığınız sürece yüzlerce ev yapıyorsunuz, yüzlerce evin/ binanın temeline, duvarlarına alın teriniz, kanınız, canınız karışıyor ve payınıza bir ev düşmüyor. öyle ki mülkiyetiyle sahip olmak bir yana kirasını ödeyerek bile oturamıyorsunuz… inşaatında çalıştığınız üniversitelerin yurtlarına çocuklarınızı yerleştirecek paranız yok…
2016 yılında mıydı, Artvin’de yaylalarına sahip çıkan köylüler arasındaki yaşlı bir kadın “kimdir devlet?” diye sorduktan sonra “devlet benim, devlet biziz” demişti. bilgeliğine hayran olmuştum… devlet bensem, devlet bizsek neden açız, neden açıktayız, neden işsiziz, neden ürettiğimize, yarattığımıza sahip olamıyoruz…? spor yorumları yapması için Rıdvan Dilmen’e 8 milyon TL veren TRT de, çocuklarımızın yurt ücreti olarak bizden aylık 800 TL – 2000 TL isteyen KYK da devlet kurumu… 3-4 maaşlı bürokratları, danışmanları, devlet görevlileri için tahsis edilen uçak, araç filolarının masraflarını da düşünün… hatta erken yaşta emekliliği devlete yük olarak açıklayıp mezarda emeklilik yasasını çıkaranların mecliste 2 yıl geçirince emekli olabildiklerini… yandaş şirketlerin vergi, SGK prim borçlarının silinmesini, kamu bankaları üzerinden verilen kredilerin takibinin bile yapılmadığını…
varsıla, yandaşa devletin sınırsız olanaklarını sunarken içi ferah olanların sıra köylüye, işçiye, emekliye, işsize vermeye gelince daraldıklarını anlamamız için ne kadar daha yoksulluk yaşamamız gerekecek… karşımızda 19 yıllık kesintisiz bir iktidar, 40 yılı aşkın süredir uygulanan neo liberal politikalar var… sonuç…?
durumu dünden daha iyi olanlara tek sözüm “vicdanınızı dinleyin” olabilir… fakat durumu dünden kötü olanlara “daha ne kadar susacaksınız?” diye sorma hakkım olduğunu düşünüyorum. bu soruyu suçlamak, küçümsemek için sormuyorum… düşünsenize bizim başımızı sokacak bir dam için ömür boyu çalışmak zorunda kaldığımız ülkede birileri altın biriktirir gibi, yastık altına döviz koyar gibi konut biriktiriyor… yani “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyenlere sormak gerekmez mi; komşusunun sığınacak bir evi yokken 60- 70 tane evi olanlar, buna göz yumanlar bizden olabilirler mi? Anayasa, yasalar ve bizim kültürel yapımızda eğitimin önemi ısrarla vurgulanır değil mi? o zaman üniversite öğrencilerinden istenen yıllık 8.000 Tl. ile 70.000 Tl arasındaki yurt ücreti nedir…?
belki sözü uzattım, fakat bu konular canımı sıkıyor… açlık sınırının altında asgari ücretle, yoksulluk sınırının altında (eski orta sınıf/ orta gelir grubu) ücretle beslenme, barınma, çocuk okutma yurttaş olarak (sorunun öznesi olarak) bizden daha çok devletin sorunudur… devlet herkesin başını sokabileceği bir konutu, sağlıklı ve yeterli beslenmesini, sıkıntısız biçimde eğitim almasını, sağlıklı yaşamasını güvence altına almak zorundadır… ya da köylü kadının sorduğu soruyu yeniden soralım; “kimdir devlet” ve bir soru daha soralım; “devlet ne işe yarar, kim için vardır?” elbette birey birey, tek başımıza değil hep birlikte, hep bir ağızdan sorarsak soruların yanıtını alabileceğiz; hatta soruların yanıtı olabileceğiz…
eski alışkanlıklarımızı, tutuculuğa dönüştürdüğümüz siyaset tarzımızı, savaşım için seçtiğimiz ve önerdiğimiz araçları, dili, yaklaşım biçimlerimizi, sokakta yaşanan değişim ve dönüşümleri gözden geçirerek yeniden başlamak zorundayız… öğrettiğimiz kadar öğrenmeye de gereksinim duymalı, anlık ve günü kurtarmaya yönelik adımlar yerine sürekliliği olan, yararcı (faydacı) yaklaşımlar yerine geleceğin eşit toplumunun pratiğini bugünden kurmanın gerçekliğini ve gerekliliğini göz ardı etmemek zorundayız…