Önümüz kısa kış günleri, neyse ki kitaplar var, bizi her şeyin farklı olduğu dünyalara götürürler. Bazı kitaplar nereye götürdüklerine dair anlama tuzağında zehirli birer hediyedir.
Nazım’ın “Saman Sarısı” şiirine bakış, soyut bir mutluluk resminin çizilip çizilememesine dair ütopik bir vahye daraltılmış görünüyor. Oysa Nazım’ın şiiri bütünlüklü karakterinde aşkı ve devrimci mücadeleyi, birinin çıkartılıp ötekinin giyildiği kimlikler olarak değil de, birbirini besleyen iki unsur, acının en katışıksız olanının da bu deneyimin bir parçası olarak betimlendiği zamansız bir yapıttır. Şiiri okurken sadece siyasal olanına değil aynı zamanda duygusal vicdanıma da başvurdum. Ancak, Nazım’ın post faşist çağın tarih portresini okuduğumdan beri mutluluğa dair iddiaları savunmak zorlaştı.
Nazım bir tarihselliğin portresini çizerken, ezgili olan, ruhun içli devinimlerine, imgelemin dalgalanmalarına, bilincin çarpıntılarına uyacak kadar kıvrak ve çarpıntılı bir şiirsel düzyazı tansığı sunuyor. Bu portreyi Baudelaire’in salık verdiğinin aksine, toplumcu gerçekçiliğin ilkelerine sadık kalarak, “Paris’te pembe kremalı pastadan pespembe bir sarayın basamaklarını çıkmak” yerine, kamucu bir teyakkuzla Havana’daki El Capitolio’nun basamaklarını tırmanmayı yeğliyor.
Mutsuzluk bence kendini hiçbir yere ait hissedememeye dair bir “yersizyurtsuzluktur.”
Bu şiir bende iki farklı fikir uyandırıyor: Siyasi muhalifin içine daldırıldığı devasa sürgünde sevdiklerine ve ütopyasına dair eşsiz özlem ile terk edilme ve uzaklık duygusu. Şiir, siyasi mitolojinin olduğu bir yer ile hiçbir yere yönelik neredeyse Sibirya ölçeğinde bir ruh coğrafyasını önüme seriyor. Zira insan Sibirya’dan daha uzağa sınır dışı edilemiyor. Sürgün, şair için, içine “özlem Sibirya’sının”, unutuluşun ve zaman eleminin dahil edildiği hacimli bir aşağılamaya dönüşüyor.
Abidin Dino Türk resminde büyük bir boşluk bırakarak gitti. O öldüğünde mutluluğun resmini yapamamaya dair bir tanıklık da kaybolmuş oldu.
Türkiye imparatorluktan beri bir misanthroplar rejimleriyle yönetildi. “İnsansevmezlerin” ülkesinde şiir geleneği hep acıya, hep özleme, hep ayrılığa ve ölüme dair bir distopyayı dillendirdi. Küçük ayrıcalıklı bir azınlık dışında mutlu olunamayan ülkenin son yas tutanları hep muhalifler ve solcular oldular. Solcu yazar ve düşünürler bir yandan acıyla, sürgünle, hasretle, işkence ve ölümle diğer yandan ise umut ve yaşamla birlikte anıldı. Birbirine düşmanca konuşlanmış bu olguların geriliminde oluşan şey edebiyattı, şiirdi. Acı, vatan, sevgili ve anne hasreti arasında paylaşılan “üçte bir acıydı”.
1951’de meşhur olan bir cümlesinde Adorno, Auschwitz’den sonra şiir yazmanın barbarca olduğunu belirtmişti. Bu söylemi bağlamı dışına çıkarıldığında, Adorno’nun amaçlayamayacağı apodiktik bir keskinlik kazandı. Bu coğrafyada sessizlikten boğulabilirsiniz. Bu coğrafyanın sessizliği Adorno’yu yalanlayacak ölçüde ezilenlerin “ses köprüsü” şiirler yazılmasını şart koşuyor.
Bakkal şeker leblebiyi gazeteden yapılmış kesekâğıdına sardı. Kesekâğıdını göz ucuyla okurken, Samsun’da bir eline iş ve aş yazıp kendisini asarak yaşamına son veren vatandaşın haberi bende mutluluk ve mutsuzluğa dair çağrışımları kışkırttı. Türkiye distopik sosyalliğinden sessiz sedasız bir cenaze daha kaldırılıyor, diye mırıldandım. Sokaktaki “düz” vatandaşa, “İntihar eden, Tunus’a 5 milyon dolar para bağışlayan bir ülkenin vatandaşıydı” derseniz, “ama Kılıçdaroğlu SSK’yı batırdı” yanıtı alırsınız. Hani Reis “Fırat kenarında bir koyun kaybolsa…” diye sözler vermişti derseniz, ama “aç kurt o koyunu yedi” cevabını alırsınız. “Ama aş, iş, ekmek, çocuklar evde aç” derseniz, “abartmayın canım, herkesin cebinde on beş binlik İphone’lar var, kafeler, restoranlar dolu” yanıtı alırsınız. “Ama oğluna okul pantolonu alamadığı için intihar eden baba, üşüyen çocuğuna fön makinası verip yan odada kendini asan anne” derseniz, “bunların hepsi imtihan” yanıtını alırsınız. “Ama geniş işsizlik on beş milyon” derseniz, “onlar iş beğenmeyenler” yanıtı alırsınız. “Ya Kıbrıs’a altı uçakla piknik” falan derseniz, “bayrak inmeyecek, ezanlar dinmeyecek, kutlu yürüyüş sürecek” cevabını muhtemelen suratınıza yapıştırırlar. “Cumhurbaşkanı aldığı maaşı 18 yılda 36 kat arttırmış” derseniz, “itibardan tasarruf olmaz” yanıtı alırsınız. “Ya Mehmet Cengiz’in 47 milyon dolarlık jeti” derseniz, “yaşa Azerbaycan” yanıtı alırsınız. “Hile ve hurda ile devletten iş alıp üzerine de vergi borçlarını sildiren hırsızlar ne olacak?” diye sorarsanız, “Allah insanı zengin ve yoksul diye yarattı” yanıtı alırsınız. “Bebek bezinde KDV yüzde on sekiz iken neden yatların yakıtından aynı oranda vergi alınmıyor?” diye sorduğunuzda, muhtemelen “SSK’yı Kılıçdaroğlu batırdı” yanıtı alırsınız. “Hani komşu açken tok yatılmazdı” derseniz, “zorluklara karşı sabredip sebat ve dayanıklılık gösterenlere iyi haberler müjdelenecek (Bakara süresi)” yanıtı alırsınız. “Ne olacak insanımızın halleri? diye soracak olursanız “Samsun’da AKP’nin oy oranı yüzde kırk beş” yanıtı alırsınız. “Köyde bir kişi açlıktan ölürse, bütün köy cinayete ortaktır.” diye bilgiçlik taslarsanız, “ne köyü ne kasabası ya, 26 bin km yol yapıldı” yanıtı alıp yerinize cuk diye oturursunuz!
Metropoll Araştırma’nın ‘Türkiye’nin nabzı Kasım 2020 anketinden ekonomiyle ilgili çarpıcı sonuçlar çıktı. ‘Türkiye kötüye gidiyor’ diyenler çoğunlukta iken, kötü gidişatı durduracak lider sorusunda, sanki 18 yıldır bu ülkeyi başkası yönetiyormuşçasına, Cumhurbaşkanı Erdoğan açık ara önde çıktı.
Mutluluğun resmini yapamamaya dair sosyalliğin tarifini hayatın içinden örnekler vererek çoğaltmak mümkün. Ülkemizde, işçi karıncaları kraliçe karıncaya hizmet ettiren, yavru karıncaları beslemelerine vesile olan “karınca kolonisi mutluluğu” yaşanıyor. Sofradaki kırıntılarla yetinen vatandaş profiliyle kolektif mutluluğun resmini çizmek «tortu bir mutluluk resmi» yapmak anlamına geliyor. Zira bu profil, söylemde sözde dayanışmacı ama özel yaşamında ilkel kapitalist bencil bir mutluluk anlayışı geliştirdi. Bu vatandaş profilinde iki egodan oluşan bir iç evren oluştu. Bu ikincil ego toplumsal mutluluk kültürünü “protez” bir mutluluk olgusu haline getiriyor.
Kısacası mutluluk arayışı, yukarıda tepkilerini özetlediğim bu profilin egosunu oluşturma, arzu nesnesini yaratma ve tatmin olma serüveninin zamansallığında bir yarığa işaret ediyor. Doğu toplumları kadının doğurganlığına ve üremeye kutsiyet atfeden toplumlardır. Bu toplumlarda “Allah rızkıyla verir” inanışı da var. Reis işte bu metafiziğe sırtını dayayarak üç çocuk isteyip oy topluyor.
Nazım o zamanların Türkiye’sinde zaten “gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini” olanaksız görmüştü de istememişti Abidin’den. Günümüz Türkiye’sinde ben Abidin’den, üç çocuk diyenlerin yüzüne bebek bezi fırlatan annenin resmini yapmasını isterdim.
Türkiye’de vergi kaçağı olağanüstü boyutlara ulaştı. Bu nedenle dolaylı vergiler yüksek düzeylerde seyrediyor. Bebek bezinde KDV yüzde on sekiz iken pırlanta ve elmastan sıfır KDV alınıyor. O vergi bebek bezinden alınmazsa mutlaka ek vergi olarak, sigaraya, alkole, telefona, vb. eklenip alınıyor. Sosyal devlet anlayışının olmadığı bir ülkede adil vergi dağılımından söz edilemiyor. Kısacası Türkiye ekonomik olarak büyüdü ancak büyürken ekonomik kırılganlıklarını da artırdı. Doğal kaynaklarını sürdürülemez boyutta tüketti. Ekonomik, toplumsal, ekolojik sürdürülebilirliği sağlayamadı. Ancak gelir arttıkça mutluluk artmıyor. Yani kapitalizmin hedonist metalarına sahip olmak için kendini paralarcasına didinmek mutluluğu getirmiyor. Orada “Easterlin Paradoksu” devreye giriyor. Çünkü daha fazla kazanmak için didinmek özel hayattan, aileyle ve arkadaşlarla geçirilecek zamandan ve sağlıktan feragat etmeyi zorunlu kılıyor. Toplumsal boyuttaki yansımaları ise doğal kaynakların sürdürülemez boyutta tüketilmesi, daha fazla sömürü, daha fazla toplumsal eşitsizlik ve sınıflar toplumu anlamına geliyor. “Çünkü ben kazanırsam diğerleri kaybedecek, onlar kazanırsa ben” türünden tahterevalli bir ekonomik paradigma kaybet-kaybet esasına göre işliyor. Büyüme odaklı bir ekonomik sistemin sürdürülemezliği ortadayken kapitalist akıl “daha fazla tüket” kısır döngüsüyle işliyor.
İnsanlar mutsuz, umutsuz, bir kartın borcunu öteki ile kapatarak, bir gelecek perspektifinden yoksun günübirlik yaşıyorlar. Öte yandan kapitalist toplumlarda para getiren bir “mutluluk sektörü” de oluştu. Kapitalizmin zehirleyip kafamıza soktuğu “kurgusal ben idealleri” ve yaşamaya çalıştığımız “ithal rüyalar” ancak “işin kolayına kaçarak” bir mutluluk resmi çizmeyi olanaklı kılıyor.
Bırakın bebek bezi fiyatını bir yana, bir bebek doğalgaz faturası ödenmediği için soğuktan donarak ölse, hükümetin ilk düşüneceği şey, bu ölümün iktidarlarını ne oranda etkileyeceği şeklinde oluyor. Gezi’de bazıları “1961 yazı Küba’sının resmini” yapmaya kalkışmışlardı da polis şiddeti yüzünden ölen yavrularının annelerini reis meydanlarda yuhalatmıştı. Orada da Berkinlerin, Ali İsmaillerin ölümünün “koltuğa” ne kadar zarar verdiğine bakıldı. Türkiye’deki mutsuzluk portresinin tarihsel arka planı çığır kapatan siyasi kırılmalarla doludur.
1950’de Kore savaş başlamış, Türkiye ABD emperyalizminin çıkarları için feda olsunlar diye Kore’ye asker göndermiştir. Bu gelişme ülkede artık mutluluğun resmini yapamamaya ilişkin önemli bir kırılmaya işaret ediyor.
Milliyetçi hükümetler, tarihi bükerek kurban mitini mezarından yeniden diriltmeyi başardılar. Onlar geçmiş zamanlardan bir hayaletin yakın takibi altındalar. Bölünme ve Anadolu toprağından sürülme hayaleti onları sürekli rahatsız ediyor. İşte bu korkuları kaşıyarak toplumu sürekli siyasi streslerin etkisinde tutuyorlar. Bu gerilimde öfke düşmanlık, kutuplaşma ve mutsuzluk birikiyor.
Bireysel mutluluğu yakalamak kolay, mutluluk toplumsaldır oysa ve kolektif mutluluğun ağır bir bedeli var. İşçilerin kirli tulumlarından, limanda simit satan çocuklardan ya da “Meserret kahvesindeki çaycı çırağından” çocuk işçiliği ve sömürü yerine romantizm çıkaran anlayış soyut bir kavram olarak mutluluğun göreliliğini ön plana çıkarıyor. Bu görecelilikle bir yere kadar tabii, ancak kolektif mutluluk için sağlam ölçütler bulunuyor.
Mutluluğun resmini yapma rüzgârının bütün dünyayı sarstığı bir kontekste Nazım çıtayı epey yükseltmişti. Ona göre mutluluğun ölçütü “1961 yazı ortalarında Küba’nın”, “Havana’da bu sabah doğmak varmışın” ya da “Hürriyet sözcüğünün” resmini yapabilmekti.
“Dünya hassas kalpler için cehennemdir” der Goethe. Mücadele, çaba, acı, mutluluk, kabul ve reddedişten geçer.
Mesela Nazım’ın, Sabahattin Ali’nin, Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in, Kemal Türkler’in, Behice Boran’ın, Uğur Mumcu’nun ve daha birçok kahramanın daha güzel bir yurda dair savaşımları ve ölümleri unutulamayacak anlara denk gelir. Çünkü onların ölümüyle birlikte deneyimlediğiniz her şeyi aynı anda hatırlamaya başlarsanız.
Özetle mutluluğun resmi ne Afrin’de ne İdlib’te ne Trablus’ta ne Karabağ’da ne Mogadişu’da ne Sevakin adasında ne Maraş’da ne de İstanbul’un yoksul mahallelerinde yapılamıyor. Kısacası ne tual ne de boyanın çizilmesine yetmeyeceği mutluluğun resminden epey uzaklaştı Türkiye. Türkiye gerçekliğinde çizilse çizilse bir “elem takviminin” ya da işin kolayına kaçarak mutluluk resimleri çiziliyor.
Bazı ülkelerde yaşama, özgürlük gibi mutluluğu arama hakkı da temel bir insan hakkı olarak kabul ediliyor. Aristo’ya göre mutluluk, geçici hazlar peşinde koşmak yerine anlamlı bir hayat yaşayarak elde edilir. Hayatı anlamlandırıp yaşanabilir kılmanın tek yolu ise onun kamucu bir anlam içermediğini iyice kavramak sonra da bu kavrayışın üzerine alın teriyle, dayanışmayla kamucu ütopyayla bir anlam inşa etmekten geçiyor.
Bir zamanlar çalıştığım okulda mutluluğun resmi resim dersinin konusuydu. Çocuklardan biri birlikte çay içen ve gülümseyen iki kadın çizmişti. Bu kadınlardan biri annesiydi, diğeri sizce kimdi?