Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

Bir Filozofun Hatırlattıkları: 84 Yıl Sonra Antonio Gramsci

“Bu beynin çalışmasını yirmi yıl süreyle durdurmalıyız!”. 1926 yılının Kasım ayında tutuklanarak hapse atılan ünlü Marksist filozof için sarf edilen bu sözler onu yargılayan “özel mahkemenin” savcısı Michele Isgro’ya ait” 84 Yıl Sonra Antonio Gramsci…

“Bu beynin çalışmasını yirmi yıl süreyle durdurmalıyız!”. 1926 yılının Kasım ayında tutuklanarak hapse atılan ünlü Marksist filozof için sarf edilen bu sözler onu yargılayan “özel mahkemenin” savcısı Michele Isgro’ya ait. Konulduğu hücrede 30’un üzerinde defter tamamladığı göz önüne alındığında bu beynin çalışmasının durdurulamadığı ise oldukça açık. Bahsettiğimiz bu kişi Batı Marksizmi’nin en ünlü düşünürlerinden, siyasal praksisin filozofu Antonio Gramsci’den başkası değil.

1891 yılında İtalya’nın Sardunya adası sınırları içindeki Ales kasabasında dünyaya gelen Antonio Gramsci bundan tam 84 yıl önce 27 Nisan 1937’de Roma’da hayata gözlerini yumdu. Ancak arkasında bıraktığı onlarca defter ve yapmış olduğu tarihsel analizler ile Marksist kurama oldukça önemli katkılar sağlayan Gramsci, özellikle 1960’lı yıllardan itibaren İtalya dışında da tanınır hale gelecek ve hatta sol ideolojinin ilerisine bile taşan bir etkiye sahip olacaktı. Nitekim Dipnot Yayınları’ndan çıkan David Forgacs’ın hazırladığı “Gramsci Kitabı” isimli kitapta Eric Hobsbawm, Gramsci için “… zira onun en geniş kapsamlı genellemeleri bile, hiç şaşmazcasına, içinde yazdığı özgül koşullarda siyaset yoluyla dünyayı dönüştürmenin pratik koşullarını araştırmakla ilgilidir” ifadesini kullanır. Devamında ise Gramsci’nin, Lenin gibi değil de, tıpkı Marx gibi doğuştan bir entelektüel olduğuna, Marksist bir kitle partisinin lideri olan tek Marksist teorisyen kimliği taşıdığına; en nihayetinde “Marksist tarihçilerin ve hatta Marksist olmayanların bile Gramsci’yi çok cazip bulmalarının nedenlerinden birinin, onun somut tarihsel, toplumsal, kültürel gerçeklikler alanını soyutlamalar ve indirgemeci kuramsal modeller hatırına terk etmeyi reddetmesine” vurgu yapar. Bu yazının hazırlanma sebeplerinden biri de işte bu bakış açısının gerek akademi içinde gerekse de dışında kendisini devam ettiriyor oluşudur. Tam da bu nedenle Gramsci’yi ölümünden 84 yıl sonra bir kez daha anmak gerekiyor.

Hayatının önemli bir bölümünde çektiği maddi ve manevi sıkıntılar nedeniyle bu büyük düşünürün kolay bir hayatının olmadığını belirtmek gerek öncelikle. Yedi çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelen Gramsci, babasının bir yolsuzluk soruşturması nedeniyle hapse atılması üzerine erken yaşlarda çalışmaya başlayacaktır. Ancak hayatının dönüm noktalarından biri Torino’daki üniversite yıllarında Palmiro Togliatti ile tanışmasıyla olur. Ardından İtalya Sosyalist Partisi’nin (PSI) gerçekleştirdiği eylemlerde yer almaya başlar. Bir diğer taraftan da Avanti!’de ve Il Grido del Popolo (Halkın Çığlığı) yazmaya başlayacaktır. Ekim Devrimi sonrasında Bolşevikleri destekleyen ve determinist bir Marksizm anlayışına karşı çıkan ünlü “Kapital’e Karşı Devrim” başlıklı makalesi de 24 Aralık 1917’de Avanti!’de yayınlanacaktır. Bu noktada belirtilmelidir ki, Gramsci’nin “Kapital’e Karşı Devrim” başlıklı makalesi, Karl Marx’ın analizinin reddi değil; ancak, Kapital’in birtakım mekanik aşamalarda meydana gelen dönüşümlere önem veren ekonomik okumalarının ve “kapitalizmin çelişkileri kaçınılmaz olarak sosyalizmi üreteceği için sosyalizmin gelişi (devrimin gerçekleşmesi) basitçe bir bekleme meselesidir” şeklindeki bakış açısının bir eleştirisidir. Bu makalenin bugün dahi pek çok akademik metinde tartışıldığını, farklı analizlerinin yapıldığını da unutmadan söylemek gerekmekte. Tarihler 1921 yılını gösterdiğinde –daha önce PSI içinde oluşmuş olan komünist fraksiyon hareketine bağlı olarak- İtalya Komünist Partisi’nin (PCdI) kurulması ile birlikte Gramsci ve arkadaşları partiye katılacaklar ve Gramsci’de kısa süreliğine de olsa partinin liderliğini yapacaktır. Ancak 1922 yılının Ekim’inde ünlü “Roma Yürüyüşü” gerçekleşir ve Mussolini iktidarı ele geçirir. Çok geçmeden de pek çok sosyalistin tutuklandığı bir süreç başlamış olur. Her ne kadar 1924 yılında yapılan genel seçimlerde parlamentoya milletvekili olarak seçilmiş olsa da Gramsci, 1925 yılı itibariyle faşist yasaların uygulamaya konulmasıyla birlikte bir sonraki yılın Kasım ayında birçok sosyalist milletvekili ile birlikte tutuklanarak hapse gönderilir. Önce Roma’daki hapishanesine konulacak ama ilerleyen zamanda Ustica adasına sürgüne gönderilecektir. Hapishane yılları Gramsci’nin sağlığının daha da bozulmasına yol açar ama Gramsci yazmaktan da asla geri durmayacaktır. 1928 yılında 20 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılan Gramsci ancak 1937 yılında şartlı tahliye ile serbest kalacaktır. Ancak hapislik yılları sağlığını o kadar bozmuştur ki, 27 Nisan’da hayatını kaybeder. Hapishanede yazdığı onlarca defter baldızı aracılığıyla Palmiro Togliatti’ye ulaştırılır. Selections from Prison Notebooks (Hapishane Defterleri’nden Seçmeler) isimli eser 1971 yılında ilk kez İngilizce olarak yayınlacaktır. O tarihten itibaren de defterler; aydın grupların tarihinden tarih yazımı kuramına ve Fordizme, eğitimden kültürel konulara ve felsefe araştırmalarına kadar oldukça geniş bir içerikle farklı dillerde farklı ülkelerin okuyucularına ulaşmaya devam etmiştir. Bu noktada Gramsci denilince akla ilk gelen kavramlar ve yaklaşımlar hakkında kısa bir özet vermek yerinde olacaktır.

Antonio Gramsci denildiğinde ilk akla gelen kavramlardan biri kuşkusuz ki “hegemonya” kavramıdır. En yalın haliyle hegemonya, “toplumsal sınıflar arasındaki kendiliğinden rızaya dayalı ideolojik üstünlük ve yönlendirme ilişkilerini” ifade eder. Burada geçen “kendiliğinden rızaya dayalı” ifadesi kavramın kendisini anlamak için özel bir öneme sahiptir. Gramsci’den öğrenmekteyiz ki, kapitalist toplumlarda herhangi bir sınıfın iktidarı sadece zor ve şiddetin dolaysız kullanımına bağlı olamazdı. Bu türden toplumlarda baskı ve zorun yanında kitlelerin rızasını da almak gerekmekteydi. Yani aslında toplumsal hegemonyaya da ihtiyaç duyulmaktaydı. Nitekim Gramsci’de hegemonya, rıza ve zor ikiliği çerçevesinde sınıf üstünlüğünün diğer bir biçimine tekabül eder. Bunlardan biri tahakkümken diğeri hegemonyadır. Bu doğrultuda siyasal toplum (devlet) baskıcı tahakkümün esas kaynağıyken sivil toplum diyebileceğimiz özel alan ise rızaya dayalı hegemonyanın kurulduğu yerdir. Kendiliğinden rızaya dayalı bu türden bir sürecin sonunda geniş toplumsal kesimlere ulaşabilen egemen sınıf ideolojisi ise zaman içerisinde ortak duyu (common sense) haline gelebilecektir. Bu nedenle hegemonyanın, bir diğer ifadeyle, egemen sınıfın diğer sınıflar üzerinde ahlaki-entelektüel önderlik kurabilmesiyle ilişkili olduğunu söylemek mümkündür.

Gramci’nin yazılarında önemli bir yer tutan diğer bir başlık da aydınlar kategorisi ile ilgili yapmış olduğu analizlerdir. Gramsci kapitalist toplumlarda egemen sınıfın hegemonyasını yerinden etmeye dönük girişilen sosyalist mücadelede işçi sınıfının kendi organik aydınlarına sahip olmasının önemine ayrıca vurgu yapar. Bu organik aydınlar karşı hegemonyanın kurulmasında oldukça kritik bir rol üstlenecekler ve toplumun her alanına yeni bir değer sistemini yayılmasına katkı sağlayacaklardır. Bu nokta praksis kavramının da açıklığa kavuşturulduğu nokta olma özelliği taşır. Nitekim bu sayede kurulacak olan yeni hegemonik blok, ahlâki-entelektüel liderlik ile halk kesiminin bir noktada buluşturulmasıyla oluşacak ve politik mücadele ile entelektüel faaliyet de bu doğrultuda birbirine eklemlenebilecektir. İşte, praksis tam da bu şekilde teori ile pratiğin kavuşması anlamına gelmesi dolayısıyla yeni bir hegemonyayı inşa etme mücadelesinin en önemli noktalarından biri olma özelliği taşır. İşçi sınıfı ile organik aydınlar arasındaki bağlantıyı kuracak olansa Gramsci’nin Modern Prens olarak nitelendirdiği siyasal partinin kendisidir. Gramsci’nin kuramında modern prens, kolektif iradenin yaratılmasında öncü rolü oynamakla görevlidir. Özetle siyasal parti, egemen sınıf hegemonyasının yıkılıp yerine yeni bir hegemonyanın inşa edilmesinde önemli görevler üstlenecek ve bu mücadelede işçi sınıfına dışarıdan bilinç götürecektir.

Gramsci yaşadığı yıllar itibariyle hem Ekim Devrimi’ne hem de Mussolini’nin faşist yönetimine tanıklık etmişti. Ekim Devrimi Gramsci’nin mevzi savaşı ve manevra savaşı stratejilerine dair görüşlerinin de olgunlaşmasına katkı sağladı. Gramsci’ye göre sivil toplumun gelişmediği Rusya gibi bir toplumda yapılacak olan savaş manevra savaşıydı. Oysa kapitalist bir topluma özgü sınıf ilişkilerinin baskın olduğu ülkelerde olan savaş mevzi savaşıydı. Bu da, iktidarı ele geçirmeden önceki süreçte sivil toplum alanında yürütülmesi gereken hegemonya mücadelesine gönderme yapmaktadır. Gramsci’ye göre devlet Doğuda her şey olmasına karşın Batıda sivil toplumu koruyan bir dış hendek görevi görüyordu. Yani Doğudaki gibi peltemsi değildi. Bir kriz anında sağlam ve güçlü durabiliyordu. Bundan kaynaklı olarak Gramsci Rusya’daki gibi sivil toplumun peltemsi olduğu ülkelerde yürütülecek olan manevra savaşının daha uygun bir strateji olduğunu düşünmüştür.

Gramsci’nin Marksist kurama katkılarının ne ölçüde muazzam bir nitelik taşıdığını çok daha uzun bir yazıyla tartışmak elbette ki mümkün. Zira bu konuda oluşmuş epeyce hacimli bir külliyat çok uzun bir süredir oluşmuş durumda. İtalya’da yürütülecek sosyalist mücadele için tarihsel bir pratik özelliği taşıyan fabrika konseyleri deneyiminden sendikalara dair görüşlerine kadar Gramsci, yine ve yeniden keşfedilmesi gereken büyük bir Marksist kuramcı, eylemci… Bu yazıda Gramsci’nin siyaset kuramına ilişkin özellikle dikkat çekilen hususlar bugünün sınıf mücadelesi içerisinde izlenecek olan yola da yön vereceği düşünülen bir nitelik taşıyor hiç kuşkusuz. Öyle ki, egemen sınıfların sınıf iktidarlarını nasıl sağladıkları ve onların dünyayı algılama ve yorumlama biçimlerinin nasıl olup da ezilen ve baskı altında tutulan kesimlerin de düşünce tarzını oluşturduğu meselesi bugün üzerine daha çok durulması gereken bir nokta. Gramsci’yi belki en başta bu nedenle tekrar hatırlamak gerekiyor.

 

Bir Cevap Yazın

Levent Odabaşı
Araştırma Görevlisi