Cumartesi, Aralık 21, 2024
spot_img

18. Yüzyıldan Bir Cinayet: Haklar ve Çıkarlar Çatışmasında Adalet

Hukuk yoluyla adaletin temini, siyasi aygıtın kimin çıkarlarını koruduğu ve hakların ne şekilde tanzim edildiğine bağlıdır. Bundan gerisi çölde balık avlamaktır

Homo Sapiens, hiyerarşik toplumlar oluşturmaya başladığından beri hukuktan adalet elde etmeye çalışmış, ancak bu çaba, haklar ve çıkarlar arasındaki “diyalektik” derinlikte boğulmuştur. Çünkü hep unutulan bir nokta vardır ki hukuki bir sistemin varlığının adaletin teminatı olamayacağı gerçeğidir.

Hukuktan adalet elde etmek için haklarla çıkarların çatışmasını düzenleyen yasalara gereksinim duyulmuştur. Kuralların, kurumların, yaptırımların yasalara uygun düzenlenmesi hukuki bir sistemin oluştuğunu gösterir ve ulus devletler için konuşursak “hukuk devleti”nin varlığından söz edilebilir. Nedir, hak ve çıkarların tanzim edilme şeklini mevcut iktidarların siyasi aygıtları belirliyorsa toplum vicdanını sessizleştirecek bir adaletten söz etmek mümkün olamayacaktır.

Bütün bu hukuk- adalet ilişkisine ait tartışmaların insanlık tarihi kadar eski olduğu su götürmez. Semavi dinlerin ilk “kutsal” kitabı Eski Ahit, yasaklar ve yaptırımların masal, şiir harmanıyla anlatımına dayalı tombul bir anayasa el kitabı niteliğindedir. İslam hukukunun en çetrefilli alanlarından biri olan miras hukukunun, matematiğin gelişmesinde etkili olduğunu söylemek ironik de olsa bir gerçeğe işaret eder. (Şii mezhebi matematikçi sıkıntısı çektikleri için midir bilinmez, miras hukukunu oldukça sadeleştirmiştir.)

Batı dünyasının ağır toplarından Platon, günümüzden 2500 yıl önce “adalet” konusuna kafayı takmıştır. Ne demiş bir bakalım:

“Bir kişinin toplumu adaletsizlik yapmadan tek başına yönetmesi olanak dışıdır. Bu nedenle de yasalara (Nomoi) gereksinim vardır.” 

Platon bu iddiasını ortada bırakmaz, bu yasaları kimin saptayacağını da sorgular. Platon’un kuramına göre yasa koyucu akıl aracılığı ile toplumun ihtiyaçlarına uygun bir kurallar bütünü ortaya koyabilir, koymalıdır; yasalar belli bir sınıfın değil tüm toplumun mutluluğu ile ilgilenecekse, filozoflar yoksul bir yaşam sürmeye zorlanarak devleti yönetmelidir. Kısacası Platon’un adalet umudu, Sinoplu Diyojen gibi fıçıda yaşayan bilge filozofların dünyayı yönetmesine bağlıdır.

Akıllı adamdır Platon, içinde yaşadığı toplumun nasıl örgütlenmiş olduğunu, adaletin ne mene bir kurmaca olduğunu görmüştür. Yasalar adlı 12 kitaptan oluşan eserinde Kleinas ile Atinalı tartışır:

ATINALI: Yani, “adalet güçlünün işine gelendir.”

KLEINIAS: Daha açık konuş.

ATİNALI: Aslında şöyle: yasaları devlette her zaman güçlü olan koyar diyorlar. Doğru mu?

KLEINIAS: Doğru.

ATINALI: Ve dendiği gibi, yönetimi ele geçiren bir halkın ya da başka bir yönetim biçiminin, hatta bir tiranın her şeyden önce yönetimini sürdürmek için kendisine yararlı olandan başka bir yasa çıkarmak isteyeceğini mi sanıyorsun?

KLEINIAS: Elbette ki hayır.

ATINALI: O halde, yasaları çıkaran, bunları çiğneyeni suç işledi diye cezalandıracak ve bunun adalet olduğunu söyleyecektir, değil mi?

KLEINIAS: Öyle görünüyor.

On sekizinci yüzyılda cinayet ve adalet

Bursa’da 18. yüzyılda işlenen bir cinayet vakasını dönemin belgelerine dayanarak inceleyen Osmanlı Tarihçisi Suraiya Faroqhi, Osmanlı Devleti’nin, yol kesicilik söz konusu olmadığı sürece cinayet vakaları ile oldukça az ilgilendiğini iddia ediyor.

“İslam hukukuna göre sadece yollarda meydana gelen soygun ve adam öldürmeler doğrudan doğruya hükümdarın ilgi alanına girerken “sıradan” cinayetler akrabalar tarafından takip ediliyordu. Akrabalar kısas veya diyet talep edebilirlerdi.”

Faroqhi’nin anlatımına göre Bursa’nın şöhreti pek de parlak olmayan Şehreküstü Mahallesi sakinlerinden Tuti adlı bir kadın evinde öldürülmüş olarak bulunmuş; akrabalarının iddiasına göre ceset, Şehreküstü Mahallesinin diğer birkaç mahalleyle sınır olduğu bir bölgede bulunmuş ve oradan evine getirilmiştir.  Tuti “kötü” tanınan bir kadındı ve “erazil ve eşkıya”yı evine kabul ediyor, içkili toplantılarda ağırlıyordu. Katilin kim olduğunun bilinmeyişi bir tarafa cesedin bulunduğu iddia edilen yer hukuki anlamda önem taşıyordu.  Çünkü dönemin hukuk kurallarına göre “ölü bir beden bir Osmanlı sokağında bulunur ve katil ortaya çıkarılamazsa, cesedin yattığı yerdeki mahalle sakinleri hayatta kalana diyet ödemeye mecburdular.” Hatta ödenen kan parasına (diyet) Osmanlı Devleti öşr-i diyet olarak tabir edilen bir vergi koymuştur.

Faroqhi’nin incelemelerine göre cinayeti işleyenleri bulmak için pek fazla girişimde bulunulmamıştır. Oysa aynı dönem belgeleri öldürülenin “hatırlı” bir kişi olması durumunda katillerin bulunması konusunda daha ciddi çabalar gösterildiğine işaret ediyor. Bu vakada kurbanın varislerini ilgilendiren konu paradır; cesedin bulunduğu yerin çevresindeki mahallelileri baskı altına alarak İslam hukukuna uygun olarak diyet almaya çalışmışlar, mahalle sakinleri de diyet ödememek için hukuki girişimlerde bulunmuşlardır. Bu olayda katilin bulunması ile adalet arasında ilişki kurulmamış, kurmaya gerek de duyulmamış olduğu anlaşılıyor. Adalet; devlet için diyet vergisi, mahalle sakinleri ve Tuti’nin yakınları için ise diyet parasıydı. Davanın nasıl sonuçlandığına dair elimizde belge bulunmuyor ama olasıdır ki kendilerine diyet ödenmesini isteyen Şehreküstü mahallesinin şehre küskün sakinlerinin adalet arayışları sonuç vermemiştir.

Özcesi:

İnsan toplulukları bir arada yaşayabilmenin kurallarını hukuk sistemi adını verdikleri toplum sözleşmeleri ile ortaya koymuşlardır. 21. yüzyılda insan uygarlıklarının geldiği nokta göz önüne alınırsa bu toplum sözleşmelerinin asgari bazı şartları sağlaması beklenir. Yani seçme ve seçilme hakkı, yargının bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, yargı karşısında eşitlik, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, bireylerin bedensel ve psikolojik bütünlüğünün sağlanması, gelir düzeyleri farklı bile olsa bireylerin kendini var etme ve geliştirme hakkı, örgütlenme ve kurumlaşmayı da içeren azınlık hakları net olarak tanımlanmış olmalıdır. Bu koşulların sağlanmadığı, haklar ve çıkarlar dengesinin “çıkarlar” lehine kullanıldığı toplumlarda adalet arayışı, o devletin mevcut “hukuk devleti” safsatasında eriyip gider.

Hukuk yoluyla adaletin temini, siyasi aygıtın kimin çıkarlarını koruduğu ve hakların ne şekilde tanzim edildiğine bağlıdır. Bundan gerisi çölde balık avlamaktır.

 

KAYNAKLAR

1- Hannah Arendt, Sivil İtaatsizlik, Ayrıntı Yayınları, 1997, İstanbul.

2-Noemi Levy- Alexandre Toumarkine, Osmanlı’da Asayiş, Suç ve Ceza, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2007.

3- Doğan Alpaslan Demir, Mülkün İktidarında Vuslat, Mukavemet Dergi, Sayı: 6, Ağustos 2017.

4- Gülriz Uygur, Adalet ve Hukuk Devleti, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2004.

 5- Platon, Yasalar, Kabalcı Yayınevi, 2007.

6- Mathias Rohe, İslam Hukuku, Runik Kitap, Ekim 2020.

2 YORUMLAR

  1. Yine yalın, gündemi de kavrayan duru, akıcı bir yazı. Teşekkürler Doğan Alpaslan Demir.

  2. Dogan Beycigim, ne yazikki Adalette medeni bir toplum icin gerekli. Önce cehalet ikildi, sonra da biciliyor. Demokrasi ve Adalet bize bir gömlek büyük geliyor. Bize göre degil. En iyisini Reis bilir(!)

Bir Cevap Yazın